28. MURİS MUVAZAASI ve İSPATI

• Temsilci Lehine Verilen Temsil Yetkisinin Şartları ve Muris Muvazaası İddiasına Etkisi • Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmesinde Arsa Sahibinin Müteahhide Temsil Yetkisi Vermesinin Anlamı ve Sonuçları • Muris Muvazaasının İspatında Mirasçıların Başvurulabileceği Deliller • Muvazaa İddiasının Süreye Bağlı Olup Olmaması • Mirasbırakanın Sağlığında Terekeyi Paylaştırması • TMK.m.641/f.2 Uyarınca Tazminat Ödenmesi

HUKUKÎ MÜTALAA*

A. GİRİŞ

İstanbul Barosu mensubu Sayın Av. … şahsıma müracaat ederek müvekkili X. ile Y. arasında … Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde E: … / … sayılı dosya ile görülmekte olan dava hakkında yazılı bir hukukî mütalaa hazırlamamı talep etmiştir.

Sayın Av. ... dava dosyasının bir örneğini tarafıma tevdi etmiştir. Dosya içindeki belgeler tamamen objektif bir bakış açısıyla incelenmiş ve aşağıdaki bilimsel değerlendirmelere gidilmiştir.

 

B. İDDİA ve SAVUNMANIN ÖZETİ

I. Davacının Dava Dilekçesinin Özeti

Davacı dava dilekçesinde, davalı ile kardeş olduğunu, anneleri muris A.’nın … tarihinde vefat ettiğini, annelerinin sağlığında davalı lehine bir takım kazandırmalar yaptığını, bu kazandırmalardan birinin tapuda dayıları K.D. adına kayıtlı olduğunu, ancak dayısı adına kayıtlı olan bu taşınmazın daha önceki bir hukukî ilişki dolayısıyla dayısı tarafından annesine verildiğini, diğer bir deyişle söz konusu taşınmaz her ne kadar dayısı K.D. adına kayıtlı görünse de esasında bu taşınmazla ilgili her türlü tasarruf yetkisinin dayısı tarafından murise verilen ve çok geniş yetkiler içeren bir vekâletnameyle murise bırakıldığını, dolayısıyla bu taşınmazın da esasen murisin terekesine dâhil olduğunu, bu sebeple dayıları adına kayıtlı taşınmaz bakımından da muvazaa iddiasında bulunmakta menfaatlerinin bulunduğunu, söz konusu taşınmazlar her ne kadar tapuda satış sözleşmesiyle devredilmiş görünse de esasen bunun mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla davalıya bağışlandığını, bu sebeple söz konusu satış sözleşmesinin muvazaalı olduğunu, muvazaalı satışı murisin ölümünden sonra öğrendiğini, muvazaa nedeniyle tapu kaydının iptali ile taşınmazın (1/2) oranındaki miras hissesi oranında adına tescil edilmesi gerektiğini iddia etmiştir.

 

II. Davalının Cevap Dilekçesinin Özeti

Davalı, K.D. adına kayıtlı taşınmaz bakımından davacının muvazaa iddiasında bulunmasında hukukî menfaatinin olmadığını, zira bu tasarrufun muvazaalı olduğu ortaya çıksa dahi taşınmazın murisin terekesine dönmeyeceğini, davacının, murisin külli halefi olduğundan muvazaa iddiasını senetle ispatlaması gerektiğini, bunların yanında murisin yaptığı dava konusu tasarruf işleminde mal kaçırma ve iradesi bulunmadığını, murisin davalıya da daha önce karşılıksız kazandırmalarda bulunduğunu, davacının çocuğuna da uzun yıllar murisin baktığını, bütün ihtiyaçlarını karşıladığını, dolayısıyla murisin mal kaçırmak değil, mal paylaştırmak amacında olduğunu, son 12 yılda ölümüne kadar murise kendisinin baktığını ve ona bakmak için murisin yaşadığı evin çatı katına taşındığını, davacının … … 8 numaralı dairenin satışından haberi olduğunu, dolayısıyla muvazaa iddiası bakımından zamanaşımı süresinin geçmiş olduğunu, davacının dava harcını eksik yatırdığını, harcı tamamlaması gerektiğini iddia etmiştir.

 

III. Davacının Cevaba Cevap Dilekçesinin Özeti

Davacı, cevaba cevap dilekçesinde, davalının belirttiğinin aksine tapuda K.D. adına kayıtlı olup da murisin vekâletnameye dayanarak devretmiş olduğu taşınmaz bakımından da muvazaa iddiasında bulunmakta menfaatinin olduğunu, söz konusu taşınmaz üzerindeki asıl hak sahibinin muris olduğunu, bu hususun geçmişte Ü. ile olan hukukî ilişkiden ve davalı ile K.D. arasındaki elektronik posta yoluyla yapılan görüşmeden açıkça anlaşıldığını, söz konusu muvazaalı işlemler bakımından üçüncü kişi konumunda olduğundan senetle ispat zorunluluğunun olmadığını ve iddiasını her türlü delille ispat etme imkânına sahip olduğunu, muvazaa iddiasında bulunmak bakımından zamanaşımının dolmadığını, yapılan muvazaalı işlemlerle miras hakkının çiğnendiğini, murisin yaptığı bu tasarrufun bir mal paylaştırma olarak değerlendirilemeyeceğini, zira dava konusu taşınmazların oldukça değerli olduğunu ve dengeli bir mal paylaştırmadan söz edilemeyeceğini ve nihayet davalının murise 12 yıl boyunca baktığı iddiasının da gerçek dışı olduğunu, murisin son iki yıldır ciddi şekilde hasta olduğunu, kaldı ki muris oldukça varlıklı bir kimse olup, haftanın yedi günü kendi hizmetinde iki adet özel bakıcısı ve haftanın altı günü hizmet veren özel şoförü olduğunu, özel hastanelerden her an yararlanma imkânına sahip olduğunu, diğer yandan davalının son iki yılda en az üç ay yurtdışında oğlu O.’nun yanında kaldığını, dolayısıyla 12 yıl boyunca murise baktığı iddiasının asılsız olduğunu iddia etmiştir.

 

IV. Davalının İkinci Cevap Dilekçesinin Özeti

Davalı vekili, ikinci cevap dilekçesinde, davacının muvazaa iddiasının tarafı olduğunu dolayısıyla bu iddiasını yazılı delille ispat etmesi gerektiğini, ayrıca davacının ancak saklı payı oranında muvazaa iddiasında bulunabileceğini, kaldı ki olayda muvazaa söz konusu olmadığını, murisin sağlığında mal devretmesinde mal kaçırma kastı ve iradesi olmadığını, davacıya da karşılıksız kazandırmalar yapıldığını, her iki kardeşe yapılan kazandırmanın birbirini dengeler nitelikte olduğunu, müvekkilinin murisin yaşadığı evin çatı katına taşınarak murisin ölüm tarihi olan … tarihine kadar orada ikamet ederek murise baktığını, sırf bu sebepten bile muvazaa iddiasının reddi gerektiğini iddia etmiştir.

 

C. İNCELENMESİ GEREKEN HUKUKÎ SORUNLAR

Uyuşmazlığın çözüme kavuşturulabilmesi için aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekir:

1. Murisin taşınmazı davalıya vekil sıfatıyla devretmiş olması muvazaa iddiasının dinlenmesine engel olur mu?

2. Davacı mirasçı, muvazaa iddiasını her türlü delille ispat edebilir mi?

3. Muvazaa iddiası zamanaşımı veya hak düşürücü süreye tabi midir?

4. TMK.m.641/f.2’nin somut uyuşmazlıkta uygulanması mümkün müdür?

5. Murisin sağlığında yaptığı devirler bir paylaştırma amacı gütmekte midir?

Bu beş soru hemen aşağıda beş ayrı başlık altında ele alınacaktır.

 

D. İNCELEME ve DEĞERLENDİRME

  I. Murisin Taşınmazı Davalıya Vekil Sıfatıyla Devretmiş Olması Muvazaa İddiasının Dinlenmesine Engel Olur mu?

Bu sorunun cevaplandırılabilmesi için öncelikle dava konusu taşınmazların üzerinde inşa edildiği arsa ile ilgili olarak muris ve murisin kardeşleri ile üçüncü kişi Ü. arasında geçmişte yaşanmış hukukî uyuşmazlığın, bu uyuşmazlık sonra erdikten sona arsa üzerinde inşaat yapılması ve kat irtifakı kurulması ile ilgili diğer hukukî işlemlerin ve davalı tarafın sunduğu hukukî mütalaada yapılan değerlendirmenin incelenmesi gerekir.

 

1. Taşınmazlarla İlgili Maddi Vakıalar

Davacı ve davalının annesi A. (muris), A.A. (murisin annesi), B.D. (murisin erkek kardeşi ve davalı ile davacının büyük dayısı), K.D. (murisin erkek kardeşi ve davacı ile davalının küçük dayısı) 1963 yılında tapuda … ili, … ilçesi, … Mahallesi, … Sokak, … pafta, … ada, … parselde kayıtlı arsaya (1/4) oranında müştereken maliktirler.

Müşterek malikler 01.08.1970 tarihinde bir kısım müşterek mülkiyet paylarını 150.000 TL bedelle Ü.’ye satmışlardır. Ü., taşınmazdaki payı üzerinde 21.05.1982 tarihinde ... isimli bir üçüncü kişiye olan borcu için 15.000.000 TL tutarında bir ipotek tesis etmiştir.

A.A.’nın vefatından sonra onun mirasçıları ..., ... ve diğer müşterek malikler yani muris A., davacının büyük dayısı B.D., davacının küçük dayısı K.D., … Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde 15.07.1982 tarihinde Ü. aleyhine E: … / … sayılı dosya ile uygulamadaki adıyla tapu iptali ve tescil (tapu kütüğünün düzeltilmesi) davası açmışlardır.

Davacının annesi muris A., İstanbul ... Noterliği’nde 23.03.1983 tarihinde Z.Z. ile yaptığı … yevmiye numaralı düzenleme şeklindeki sözleşme ile onun Ü.’den olan 15.000.000 TL tutarındaki ipotekli alacağını ve bu alacağın tahsili için İstanbul ... İcra Müdürlüğü nezdinde Ü. aleyhine E: … / … sayılı dosyası ile yaptığı icra takibini bedeli karşılığında devir almıştır.

Müşterek maliklerin Ü. aleyhine açtığı tapu iptali ve tescil davası da tarafların sulh yoluna gitmesi üzerine sona ermiş … Asliye Hukuk Mahkemesi … tarihinde davalı Ü.’nin hissesinin tapuda davacılar adına tesciline, davacıların da bunun karşılığında Ü.’ye 2.000.000 TL ödemesine karar vermiştir. Karar, 08.01.1986 tarihinde kesinleşmiş bu tutar davacının annesi muris A. tarafından ödenmiştir.

Kısacası, muris A., Ü.’ye devredilen müşterek mülkiyet paylarının geri alınabilmesi ve üzerindeki ipoteğin terkin edilebilmesi için 17.000.000 TL’lik bir bedel ödemek durumunda kalmıştır.

Bu olaylar yaşanırken, murisin erkek kardeşi, davacı ve davalının küçük dayısı ve o sırada yurtdışında yaşadığı belirtilen K.D., Beyoğlu ... Noterliği nezdinde 08.03.1983 tarihinde … yevmiye numaralı bir vekâletname düzenlettirmiş ve böylece muris A.’yı vekil tayin etmiştir.

Aradan yıllar geçmiş ve taşınmaz üzerinde inşaat yapılmasına karar verilmiş ve inşaata başlamadan önce muris A., ipotek hakkından feragat etmiş ve … Tapu Sicil Müdürlüğü’ne yaptığı müracaatla 26.03.1990 tarihinde … yevmiye numarası ile ipoteğin terkin edilmesini sağlamıştır.

Aynı gün yani 26.03.1990 tarihinde bu kez … yevmiye numarası ile … Asliye Hukuk Mahkemesinin 08.01.1986 tarihinde kesinleşen kararına dayalı olarak taşınmazda Ü.’nün adına kayıtlı olan müşterek mülkiyet payı o davanın davacıları adına tescil edilmiştir.

Daha sonra taşınmaz üzerinde bir bina inşa edilebilmesi için M. İnşaat Mühendislik Anonim Şirketi ile tüm müşterek malikler arasında bir satış vaadi ve inşaat sözleşmesi kurulmuştur. Bu dönemde … Tapu Sicil Müdürlüğü’nde 15.01.1991 tarihinde yapılan işlemle taşınmazın (336/2048) müşterek mülkiyet payı davacının annesi muris A. adına, (336/2048) müşterek mülkiyet payı da davacının küçük dayısı K.D. adına tescil edilmiştir.

Kat irtifakı kurulurken arsadan (A) Blok 3 numaralı bağımsız bölüm için (186/2048) oranında arsa payı ayrılmış, bu bağımsız bölümün (58/186) müşterek mülkiyet payı muris A.’ya, (128/186) müşterek mülkiyet payı da davacının dayısı K.D.’ye ayrılmıştır. Arsadan (A) Blok 8 numaralı bağımsız bölüm için (260/2048) oranında arsa payı ayrılmış; bu bağımsız bölüm tek başına muris A.’ya tahsis edilmiştir. Arsadan (B) Blok 2 numaralı bağımsız bölüm için (190/2048) oranında arsa payı ayrılmış; bu bağımsız bölüm tek başına davacının dayısı K.D.’ye tahsis edilmiştir. Arsadan (B) Blok 3 numaralı bağımsız bölüm için (110/2048) oranında arsa payı ayrılmış; bu bağımsız bölümün (18/110) müşterek mülkiyet payı muris A.’ya, (18/110) müşterek mülkiyet payı da davacının dayısı K.D.’ye tahsis olunmuştur.

1991 yılında kat irtifakı tesis işlemi esnasında davacının dayısı K.D.’yi onun vekâletiyle davacının annesi muris A. temsil etmiştir.

Daha sonra davacı ve davalının annesi muris A., (A) Blok 3 numaralı mesken niteliğindeki bağımsız bölüm için K.D.’ye ayrılan (128/186) müşterek mülkiyet payını ve (B) Blok 3 numaralı dükkan niteliğindeki bağımsız bölüm için K.D.’ye ayrılan (18/110) müşterek mülkiyet payından (16/110) payı K.D.’nin vekâletiyle onu temsilen 02.12.1993 tarihinde diğer kızı, davacının ablası, davalı Y.’ye toplam 84.000.000 TL bedel ile satmıştır.

Davacının annesi muris A., 18.03.2003 tarihinde de (A) Blok 3 numaralı mesken niteliğindeki bağımsız bölüm için kendisine ayrılan (58/186) müşterek mülkiyet payının tamamını yine davacının ablası, davalı Y.’ye toplam 17.250.000.000 TL bedelle satmıştır. Böylece davalı Y., (A) Blok 3 numaralı mesken niteliğindeki bağımsız bölüme tahsis edilen payın tamamına sahip hâle gelmiştir.

Davacı da esasen bu pay devirlerinin muvazaalı olduğunu iddia ederek (A) Blok 3 numaralı mesken niteliğindeki bağımsız bölüm ve (B) Blok 3 numaralı dükkân niteliğindeki bağımsız bölümde davalı adına yapılan tescillerin iptali ile taşınmazların (1/2) miras payı oranında kendi adına tescilini talep etmiştir.

 

2. Davalının Sunduğu Hukukî Mütalaada Varılan Sonuç

Davalı tarafın sunduğu hukukî mütalaada davacının annesi muris A.’nın davacının dayısı K.D.’nin verdiği vekâletname (temsil yetkisi ile) onun adına ve hesabına hareket ettiği işlemler için yani A Blok 3 numaralı bağımsız bölümdeki müşterek mülkiyet payını konu edinen satış işlemi için davacının muvazaa iddiasının dinlenemeye-ceği, davacının muvazaa iddiası sabit olsa bile tapu iptali üzerine taşınmazdaki müşterek mülkiyet payının davacı adına tescil edilmesinin mümkün olamayacağı, bu tescilin ancak davacının dayısı K.D. adına yapılabileceği, dolayısıyla da davacının bu işlem bakımından herhangi bir menfaati bulunmadığı için talebinin reddi gerekeceği sonucuna varılmıştır.

 

3. Değerlendirme

Kanımızca davalının sunduğu hukukî mütalaada yapılan değerlendirme isabetli değildir. Zira bu değerlendirmede somut uyuşmazlıktaki vekâletnamenin niçin verildiği hususu hiç irdelenmemiştir. Hâlbuki taraflar arasındaki uyuşmazlığı çözecek olan bu vekâletnamenin niçin verildiği hususudur. Şöyle ki:

Davacının dayısı K.D. bu vekâletname ile murise temsil yetkisi verirken sadece kendi işinin görülmesini yani taşınmazdaki müşterek mülkiyet payının satışı ve bedelinin tahsil edilerek kendisine ödenmesini mi amaçlamıştır; yoksa bu yolla temsilciye bir menfaat sağlamayı mı hedeflemiştir? Bir diğer söyleyişle bu vekâletname ile temsil yetkisi verirken kendisine ait müşterek mülkiyet payının satılması ve satış bedelinin kendisine teslimini mi istemiştir yoksa kendisinin de tarafı olduğu Ü. ile olan uyuşmazlığın çözümünde murisin yaptığı 17.000.000 TL tutarındaki harcamadan kendisine düşen payın ödenmesini mi sağlamak istemiştir?

Hukuk sistemimizde bir kişinin (temsil olunanın, somut olayda davacının dayısının) diğerine (temsilciye, somut olayda davacının annesi murise) temsil yetkisi verirken sadece temsilcinin onun adına ve hesabına hukukî işlem yapmasını istemekle yetinmeyip aynı zamanda bu yetkiyi temsilciye olan bir borcunun ifasını sağlamak amacıyla verdiğine de tanık olunmaktadır. Bu gibi hâllerde “temsilci lehine temsil yetkisi”nin varlığından söz edilmektedir. Şöyle ki:

a. Dosya içinde hukukî mütalaası bulunan Sayın öğretim üyesi de, konuya ilişkin eserinde temsil yetkisinin temsilci lehine verilebileceğini belirtmektedir(1):

“ … Temsil yetkisi genellikle temsil olunanın bir işinin görülmesini sağlamak için verilirse de yapılacak muamelenin temsilciye bir menfaat sağlamak amacı gütmesi de mümkündür. … ”

b. Benzeri bir duruma bir alacağın tahsili için temsilciye verilen temsil yetkisinde de rastlanmaktadır. Alacaklı, üçüncü kişiden olan alacağını tahsil etmesi için bir kişiye temsil yetkisi verebilir. Alacaklı bu yetkiyi kendi menfaatine verebileceği gibi – ki genellikle böyle bir yetki alacaklı menfaatine verilir – temsilcisinin menfaatine de verebilir. Örneğin, alacaklı tahsil için temsil yetkisini temsilcinin üçüncü kişiden tahsil edeceği meblağı kendisinin temsilciye olan borcuna mahsup etmesi için vermiş olabilir. Böyle bir durumda temsil yetkisinin ifa uğruna verildiğinden söz edilir.

Doktrinde Arif Kocaman da konuya ilişkin monografik çalışmasında bu hususta aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(2):

“ … Buraya kadarki açıklamalarımızda, tahsil için temsil yetkisinin (temsil olunan) alacaklı menfaatine verilmiş olduğunu varsaydık. Gerçekten bu yetki, genellikle alacaklı menfaatine verilir. … Fakat tahsil için temsil yetkisi «temsilci menfaatine» verilmişse, … örneğin tahsil için temsil yetkisi, temsilcinin tahsil edeceği meblağı yetki verenden olan alacağına mahsup etmesi için verilmiş olabilir. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, böyle bir yetki, genellikle «ifa uğruna» verilir. … ”

c. Benzeri bir duruma arsa payı karşılığı kat yapımı sözleşmelerinde de rastlanmaktadır. Bir arsa payı karşılığı kat yapımı sözleşme-sinde arsa sahibi, yapacağı inşaat karşılığında müteahhide üzerinde inşaat yapacağı arsadan müşterek mülkiyet payı (veya yapacağı inşattan bağımsız bölüm) devretme borcu altına girer. Arsa sahibinin örneğin müşterek mülkiyet payını müteahhide devir borcunu yerine getirebilmesi için payını normal olarak tapuda ona devretmesi gerekir. Ancak, bilindiği üzere müteahhit de kendisine devredilen müşterek mülkiyet payını üçüncü bir kişiye satıp devredecek ve böylelikle yapacağı inşaatın finansmanını sağlayacaktır. Müşterek mülkiyet payının tapu kütüğünde önce müteahhide, ardından da üçüncü kişiye devrinin getireceği iki ayrı tescil işleminin yaratacağı kırtasiye (iki kez resmi şekilde sözleşme yapma ve iki kez tescil talebinde bulunma) külfetinden ve (iki kez) harç ödeme (ve muhtemel gelir vergisi ödeme) yükümlülüğünden kurtulmak için arsa sahibi, müteahhide bir vekâletname vermekte böylece müteahhit gerçekte arsa sahibinin ona devretmekle yükümlü olduğu müşterek mülkiyet payını kendi üzerine hiç geçirmeden doğrudan doğruya üçüncü kişilere devretme imkânını elde etmektedir. Böylece arsa sahibi müteahhide olan borcunun ifasını da sağlamış olmaktadır. Dikkat edilecek olursa bu örnekte tapuda payı üçüncü kişiye devreden arsa sahibi olarak görünmekte ise de gerçekte payı devreden müteahhittir. Bu ifa yöntemi uygulamada arsa payı karşılığı kat yapım sözleşmelerinde oldukça yaygındır. Dosya içinde hukukî mütalaası bulunan Sayın öğretim üyesi de konuya ilişkin eserinde aynen şu ifadelere yer vermiştir(3):

“ … Taraflar inşaat sözleşmesi hükümleri arasında iş sahibine, … arsa payı karşılığı inşaat sözleşmeleri bakımından arsa payı devretme borçları dışında başka bazı yan ve tamamlayıcı borçlar da yükleyebilirler. Örneğin, … arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerinde iş sahibinin yükleniciye arsa payı yerine, üçüncü kişiye arsa payı satması ve satış bedelini tahsil etmesi için vekaletname vereceğine ilişkin hükümler, bunlardan en sık rastlananlardır. … ”

Yargıtay da konuya ilişkin kararlarında arsa sahibinin müteahhide arsa payı veya bağımsız bölüm devretmek yerine arsa payı veya bağımsız bölüm satışı ve satış bedelinin tahsili için vekâletname verebileceğini ve böyle bir durumda arsa sahibinin amacının kendi borcunun ifasını sağlamak olduğunu kabul etmiştir.

Gerçekten de Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin T: 29.09.1986, E: 1986 / 3517, K: 1986 / 4540 sayılı kararında aynen şu açıklamalara yer verilmiştir(4):

“ … Satış sözleşmesi davacı ile dava dışı müteahhitler arasında kurulmuştur. Bu sözleşmede müteahhitler kendilerine düşen bağımsız bölümü davacıya satmayı vaad etmişlerdir. Bu sözleşmede, müteahhitlerin davalı arsa maliki adına hareket ettiğine ilişkin bir açıklama yoktur. 19.6.1980 günlü arsa payı karşılığı bina yapımı sözleşmesinde, arsa sahibi davalının müteahhitlere, kendilerine düşen daireleri 3. kişilere satması için vekâlet vermeyi kabul etmesi ve vekâleti vermesi aralarındaki istisna akdinin yerine getirilmesi ile ilgilidir. Böyle bir vekâletnamenin varlığı müteahhitlerin davacı ile yaptıkları işlemde arsa sahibi davalı adına hareket ettiklerini göstermez. Nitekim davacı, satış vaadi sözleşmesindeki satış bedelini müteahhitlere ödediğini bildirmiştir. … ”

Bu değerlendirmeler ışığında tekrar somut olayı ele alacak olursak:

Davacı, dayısı K.D.’nin murise temsil yetkisi verirken bu temsil yetkisini ona olan borcunun ifası için verdiğini ileri sürmektedir.

Kanımızca davalı ile dayısı K.D. arasındaki yazışmalardan temsil yetkisi veren dayının bu yetkiyi kendisine ait müşterek mülkiyet payının satışı ve bedelinin tahsili için vermediğini bilakis dayının kız kardeşi murise verdiği bu temsil yetkisi ile ona olan borcunu ifa etmek istediği görülmektedir.

Gerçekten de davacının sunduğu delillere göre dayısı K.D. 4.02.2001 tarihli elektronik postası ile davalıya aynen şu beyanlarda bulunmuştur(5):

“… … … …

 … … … …

 … … … …”

Davalı da dayısı K.D.’nin bu sorusuna aynı gün 04.02.2001 tarihinde aynen şu şekilde yanıt vermiştir(6):

“… … … …

 … … … …

 … … … …”

Görüldüğü üzere davacının dayısı K.D. ablası murise temsil yetkisi verirken ona ait payın üçüncü kişilere satılması ve tahsil edilen satış bedelinin kendisine ödenmesi için hareket etmemiştir. Bilakis bütün bu maddi vakıalar ve davalı ile temsil yetkisi veren dayı K.D. arasındaki bu yazışmalar dayının murise temsil yetkisi verirken aslında murisin yaptığı 17.000.000 TL tutarındaki harcamadan kendisine düşen payı ödemek yerine ona bu müşterek mülkiyet payını devretmek için hareket ettiğini ortaya koymaktadır.

Bu noktada bir hususa daha işaret etmek gerekir. Medenî Kanunumuzun 6. maddesindeki temel kural gereği herkes kendi iddiasını ispata mecburdur. Ancak hayatın olağan akışına uygun vakıalara dayanan kişi bu vakıaların doğruluğunu ayrıca ispat etmek zorunda değildir. Bilakis aksini iddia eden iddiasını ispat ile yükümlüdür. Somut uyuşmazlıkta da davacının dayısı K.D.’nin murise temsil yetkisini ona olan borcunu ifa etmek maksadı ile yani kendi müşterek mülkiyet payını ona nakletmek maksadı ile verdiğini iddia etmek hayatın olağan akışına uygundur. Şöyle ki:

Bir kişi bir taşınmazdaki müşterek mülkiyet payının satışı için bir diğerine temsil yetkisi verdiğinde yani onun bu payı bir üçüncü kişiye satmasını ve satış bedelini tahsil ederek kendisine teslimini istediğinde hayatın olağan akışında ondan bu işlemin akıbetini takip etmesi beklenir. Ancak, kişi temsil yetkisini temsilcisi lehine vermişse bu kez hayatın olağan akışında kendisinden bu temsil yetkisinin akıbetini sorgulaması pek beklenmez.

Somut olayda da davacının dayısı K.D. murise temsil yetkisini 08.03.1983 tarihinde vermiş ve kendisine bu temsil yetkisinin akıbeti ile ilgili olarak ilk kez 1990 senesinde ardından da 04.02.2001 tarihinde bilgi verilmiştir. Bu durum davacının dayısı K.D.’nin murise verdiği temsil yetkisinin sadece kendi işinin görülmesi için değil bilakis aynı zamanda ablasına olan borcunun ifası için verildiğini ortaya koyan ve hayatın olağan akışına uygun bir vakıadır. Dolayısıyla eğer davacının dayısı K.D.’nin temsil yetkisini muris (temsilcisi) lehine vermediği iddia ediliyorsa o zaman bu iddianın ispatı gerekir. Zira bir kişinin ablasına dahi olsa bir taşınmazdaki müşterek mülkiyet payının satışı ve bedelinin tahsili için verdiği temsil yetkisinin akıbetini 7 yıl boyunca sorgulamaması hayatın olağan akışına uygun bir vakıa değildir.

Ayrıca davacı ve davalının dayısı K.D.’nin davalının ona ait payın önce annesine ardından da kendisine geçtiğine dair 04.02.2001 tarihli cevabi nitelikteki elektronik postasına karşı herhangi bir itirazda bulunmamış olması da onun temsil yetkisini murisin lehine verdiğini teyit eden bir başka vakıadır. Zira davacı ve davalının dayısı K.D. temsil yetkisini muris lehine vermemiş olsa idi herhâlde ondan kendisine ait payın bu şekilde el değiştirmesi karşısında itiraz etmesi veya hakkını araması beklenirdi.

Bu çerçevede altı çizilmesi gereken bir diğer husus da şudur: K.D. murise temsil yetkisini 08.03.1983 tarihinde vermiştir; murisin Z.Z.’nin Ü.’den olan alacağını devraldığı tarih 23.03.1983’tür. Ayrıca Ü. ile olan uyuşmazlığın sulh ile bittiği tarih de 03.05.1985’tir. Maddi vakıalar arasındaki bu kronolojik ilişki temsil yetkisinin Ü. ile yaşanan uyuşmazlığın sona erdirilmesi ile ilgili olarak verildiğini gösteren hususlardır.

Kısacası davacının dayısı K.D.’nin murise verdiği temsil yetkisi onun lehine verdiği bir yetkidir ve temel amaç K.D.’ye ait payın murise ait olmasını ve böylece K.D.’nin murise olan borcunun ifasını sağlamaktır.

Hâl böyle olunca tapuda K.D. adına kayıtlı olup da muris A. tarafından vekâleten davalıya yapılan taşınmaz devri bakımından davacının muvazaa iddiasında bulunmakta menfaati olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Zira söz konusu taşınmaz her ne kadar tapu kayıtlarında bir an bile muris adına tescil edilmemiş olsa da, söz konusu taşınmazda asıl hak sahibi muristir. Bu sebeple davacı, söz konusu taşınmaz bakımından da muvazaa iddiasında bulunabilir.

 

II. Davacı Mirasçı Muvazaa İddiasını Nasıl İspat Edebilir?

Muvazaanın taraflarının belirlenmesi, ispat bakımından önemli bir rol oynar. Muvazaalı sözleşme yazılı şekilde düzenlenmişse, taraflar arasındaki muvazaanın ispatlanması da yazılı delil gerektirmektedir. Ancak muvazaanın tarafı olmayan üçüncü kişinin muvazaa iddiasını her türlü delille ispatlayabilmesi mümkündür. Muvazaa iddiasında bulunan kimse muvazaalı sözleşmenin taraflarından birinin mirasçısı ise şu iki durumu birbirinden ayırmak gerekir: Eğer mirasçı, mirasbırakanın kendisinden mal kaçırmak amacıyla muvazaalı işlem yaptığını iddia ediyorsa, bu hâlde muvazaa iddiasında bulunan kimse mirasçı olmasına rağmen üçüncü kişi gibi bu iddiasını her türlü delille ispat edebilir. Ancak mirasçı, böyle bir iddiası olmadan külli halef sıfatıyla muvazaa iddiasında bulunuyorsa işte ancak bu hâlde o, sözleşmenin tarafı gibi, iddiasını yazılı delille ispat etmek yükümlülüğü altında olur. Doktrinde Tekinay / Akman / Burcuoğlu / Altop da bu konuda aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(7):

“ … Eğer mirasçı, miras bırakanın kendisinden mal kaçırmak amacıyla muvazaalı sözleşmeyi yaptığını iddia ediyorsa, muvazaanın tarafı değil bir üçüncü kişidir ve tanıkla ispat yoluna başvurabilir. … ”

Esasen bu durum davalı için hukukî mütalaa hazırlayan Sayın öğretim üyesi tarafından da kabul edilmektedir. Ancak Sayın öğretim üyesi mirasçıya muvazaayı her türlü delille ispat etme hakkının ancak saklı pay miktarıyla sınırlı olarak tanınması gerektiğini, saklı payı aşan oran bakımından ise mirasçının muvazaayı yazılı delille ispat etmekle yükümlü olduğunu ileri sürmektedir.

Kanımca Sayın öğretim üyesinin düşüncesi isabetli değildir. Zira her şeyden önce kanunda böyle bir sınırlama bulunmadığı gibi konuya ilişkin 01.04.1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı’nda yapılan değerlendirmeler, hakkaniyet de böyle bir sınırlamaya imkân tanımamaktadır. Bu husus Sayın öğretim üyesinin, bilimsel eserinde de aynen şu ifadelerle açıklanmış bulunmaktadır(8):

“ … 1.4.1974 Tarihli İç. Bir. Kararına göre: görünüşteki satım sözleşmesinin muvazaalı olduğunu ve gizli bağışlama sözleşmesinin şekle aykırılıktan batıl olduğunu, saklı paylı olsun olmasın, her mirasçı tek başına ileri sürebilir ve tapu sicilinin düzeltilmesini isteyebilir. Fakat bu düzeltme, sadece bu davayı açan mirasçının miras payı kadar olacaktır. Kararda açıkça belirtilmemişse de, mirasçılarının külli halef sıfatıyla değil de sahip oldukları mirasçılık haklarının ihlali gerekçesiyle bu talebi ileri sürebileceklerinin kabulünden, muvazaanın taraflarına uygulanacak HUMK 290 hükmünün burada uygulama alanı bulmayacağı, mirasçıların senede dayanma zorunluluğu olmadan her türlü delille (bu arada tanık beyanları ile) muvazaayı ispat edebilecekleri anlaşılmaktadır. … ”

Ayrıca belirtmek gerekir ki, Yargıtay’ın 01.04.1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı verildiği dönemde doktrinde bazı yazarlarca eleştirilmiş ve hatta giderek değiştirilmesi de talep edilmiş ancak bu talep Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun T: 16.03.1990, E: 1, K: 2 sayılı kararı ile reddedilmiştir(9).

Sayın öğretim üyesinin hukukî mütalaasında Yargıtay’ın 01.04.1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı’nda yapılan açıklamaları, bu içtihadı birleştirme kararı hakkında kendi ders kitabındaki değerlendirmelerini ve Yargıtay görüşünün mirasçıların muvazaayı her türlü delil ile ispatlayabileceği yönünde yıllar içinde istikrar kazanmış olduğunu hiç zikretmemiş olması yerinde değildir.

Yargıtay’ın 01.04.1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı’nda ortaya konan bu görüş Yargıtay tarafından istikrarla uygulanmaktadır. Birkaç örnek karar zikretmek gerekirse:

1. Sayın öğretim üyesinin de hukukî mütalaasında zikrettiği Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun T: 16.06.2010, E: 2010 / 1-295, K: 2010 / 333 sayılı kararda da aynen şu ifadelere yer verilmiştir(10):

“ … Muris muvazaası davası açacak kişinin muvazaalı sözleşme yapan miras bırakanın mirasçısı olması yeterlidir. Saklı pay sahibi mirasçı olması gerekmez. Dava açan mirasçı üçüncü kişi durumunda olduğundan, davasını her türlü delil ile ispat edebilir. … ”

2. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun T: 28.11.2012, E: 2012 / 1-542, K: 2012 / 905 sayılı kararında aynı düşünceye yer verilmiştir(11):

 “ … Diğer taraftan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa sebebiyle geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. Dava açan mirasçı üçüncü kişi durumunda olduğundan, davasını her türlü delil ile ispat edebilir. … ”

3. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, T: 05.06.2005, E: 2005 / 5913, K: 2005 / 6859 sayılı kararı da aynı yöndedir(12):

 “ … Somut olaya gelince, çekişme konusu taşınmazların miras bırakan tarafından davalıya temlik edildiği, davacı tarafından anılan temliki işlemlerin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olarak yapıldığının ileri sürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu iddianın, tanık beyanı dâhil her türlü delille ispatlanabileceğinin, yasal ve yargısal uygulamalar gereği olduğu kuşkusuzdur. … ”

Kısacası, gerek Yargıtay’ın 01.04.1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı’nda yapılan değerlendirmelerden yola çıkarak varılan sonuca gerekse Yargıtay’ın istikrar kazanmış kararlarına göre mirasçılar üçüncü kişi sıfatıyla muris muvazaasını her türlü delille ispat edebilirler. Bu çözüm hakkaniyete de uygundur.

Esasen mirasçıların muvazaayı ancak yazılı delil ile ispatlamaları gerektiği düşüncesinin kabulü hâlinde, aksi görüşte olmalarına rağmen, Dural / Öz de konuya ilişkin olarak şu açıklamalarda bulunmuşlardır(13):

“ … Bu muvazaalı işlemi mirasbırakanları çoğu kez onlara karşı tasarladığı için (mirasçıların) yazılı delil ele geçirmeleri imkânsıza yakın güçlükte olacaktır. … ”

Bu noktada, davacının muvazaa iddiasının hangi deliller veya emareler ortaya konulduğu takdirde ispat edilmiş sayılacağı hususu da ayrıca ele alınmalıdır. Mevcut Yargıtay uygulaması ve doktrin muris ile davalının arasındaki yakın ilişki, murisin devir konusu taşınmazı satmaya ihtiyacı olmadığı, davalının devir anındaki ekonomik durumu, devir konusu taşınmaza ihtiyacı olmadığı, satış bedelinin düşük olması gibi olguların ispatlanması hâlinde muvazaa iddiasının ispat edilmiş sayılacağını kabul etmektedir.

Bütün bu olgular ispat edilmesine rağmen davalı taraf bir satışın mevcut olduğu yönündeki iddiasında ısrar ediyorsa o zaman ortada gerçek bir satış bulunduğunu ispat etmekle yükümlü olmalıdır. Bu husus doktrinde Dural / Öz tarafından aynen şu şekilde ifade edilmiştir(14):

“ … Uygulamada en sık rastlanan ispat biçimleri, özellikle tanık beyanları ile de desteklenmeleri halinde, şunlardır: Miras bırakanın satmış göründüğü malı sözde satın alan kişinin ekonomik durumunun o sırada bu bedeli ödemeye uygun olmadığının anlaşılması; sözde alıcının özellikle satıcı miras bırakan ile ilişkisinin niteliğinin ona ivazsız bir kazandırma yapıldığını göstermesi; miras bırakanın malını satmaya ve sözde alıcının da böyle bir malı o sırada satın almaya hiç ihtiyacı olmaması ve bunun mantıksız bir işlem olarak görünmesi. Bu hususların ispatı halinde hâkim yapılan kazandırmanın gerçekte bağışlama olduğuna karar vererek bunu tenkis edebilir. Ancak, davalı bütün bu hususlara rağmen gerçekten bedel ödediğini ispatlayabilir ise, artık muvazaa iddiası kabul edilmez. … ”

Doktrinde Dural / Öz’ün de ifade ettiği üzere bahsettiğimiz bu kriterler Yargıtayca da muvazaanın ispatı bakımından yeterli görünmektedir. Bu bağlamda şu Yargıtay kararları örnek olarak verilebilir:

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun T: 15.12.2010, E: 2010 / 1-632, K: 2010 / 654 sayılı kararında şu değerlendirmelere yer verilmiştir(15):

“ … Somut olaya gelince; mahkemece her ne kadar keşif yapılarak taşınmazların akit tarihindeki değerleri saptanmamış ise de; değerler arasındaki aşırı farkın başlı başına muvazaanın kanıtı sayılamayacağı, ancak miras bırakanın emekli maaşının ve ekonomik güvencesinin olduğu mali durum itibariyle taşınmaz satmaya ihtiyacının olmadığı, aynı anda 2 ayrı bağımsız bölümü davalıya satmasının hayatın olağan akışına uygun düşmeyeceği, diğer taraftan maliki olduğu diğer taşınmazlardan kira geliri bulunduğu hususları dosya kapsamı ile sabittir.

 Değinilen bu olgular yukarda belirtilen ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde, davalıya yapılan temlikin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu kabul edilmelidir. Her ne kadar miras bırakan hesabına davalı tarafından emlak alım bedeli adı altında para yatırıldığı dekontla sabit ise de, anılan işlemi muvazaanın gizlenmesi amacıyla yapıldığı şeklinde düşünülmelidir. … ”

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin T: 06.11.2008, E: 2008 / 2893, K: 2008 / 13559 sayılı kararında da benzeri açıklamalara yer verilmiştir(16):

 “ … Dosyadaki kanıtlara göre; dava konusu taşınmazların satış işleminin yapıldığı tarih itibariyle belirlenen gerçek değerleri ile resmi satış sözleşmesinde gösterilen satış bedelleri arasında önemli ölçüde fark bulunmaktadır. Tereke tespitine ilişkin dava dosyasından; murisin, sağlığında varlıklı olduğu, çok sayıda taşınmazlarının ve bankalarda nakit parasının bulunduğu ve bu taşınmazların satışından elde edeceği gelire ihtiyacının bulunmadığı da anlaşılmaktadır. Yukarıda belirlenen bu olgular ile tanık anlatımları ve diğer tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; muris ile davalılar arasındaki satış işleminin muvazaalı olduğunun kabulü gerekir. Muvazaa iddiasının ispat edildiği anlaşılmaktadır. … ”

Somut olayda yapılan devirlerden ilki 02.12.1993 tarihinde, ikincisi ise 18.03.2003 tarihinde yapılmıştır. O hâlde davalının bu tarihlerde ekonomik durumunun söz konusu taşınmazları satın almaya müsait olup olmadığı, söz konusu taşınmazları satın almaya ihtiyacı olup olmadığı, murisin ekonomik durumu itibarıyla dava konusu taşınmazları satmaya ihtiyacının olup olmadığı, taşınmazların devir tarihi itibarıyla gerçek değerleri ile resmi senette gösterilen bedel arasındaki fark ve tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde bu satış işleminin mantıklı olup olmadığı dikkatle irdelenmelidir. Bundan başka davalının murisin kızı olduğu özellikle göz önünde bulundurulmalıdır.

Muris A.’nın oldukça varlıklı bir kişi olduğu dikkate alındığında söz konusu taşınmazları satması mantıklı görünmemektedir. Bundan başka davalının, murisin kızı olması da davacının muvazaa iddiasını kuvvetlendirmektedir. Keza davalının söz konusu taşınmazları satın almasını gerektirecek mantıklı bir sebepten bahsetmek de bizce pek mümkün görünmemektedir. Zira davalının satın aldığını iddia ettiği müşterek mülkiyet paylarıdır ve özellikle davalının 1993 yılında satın aldığı müşterek mülkiyet payından nasıl olup da bir yarar elde ettiği belirsizdir. Bu olgu da davacının muvazaa iddialarını kuvvetlendirmektedir.

Davacı devir tarihi itibarıyla taşınmazların gerçek değerleri ile resmi senette gösterilen bedelleri arasında bir oransızlık bulunduğunu ve davalının o tarihte bu taşınmazları satın alma gücünün bulunmadığını ispatlayacak olursa artık muvazaanın ispat edildiğini kabul etmek kaçınılmaz olacaktır.

 

III. Muvazaa İddiası Zamanaşımı veya Hak Düşürücü Süreye Tabi midir?

Muvazaa bir kesin hükümsüzlük sebebidir. Diğer bir deyişle bir sözleşmenin muvazaalı olarak yapılması sözleşmeyi kesin hükümsüz hâle getirir. Kesin hükümsüzlük ise her zaman ileri sürülebilir. Muvazaa iddiası zamanaşımı veya hak düşürücü süreye tabi değildir.

Bu husus doktrinde Oğuzman / Öz tarafından aynen şu şekilde ifade edilmiştir(17):

“ … Bir akdin butlanını gerektiren sebepler … akdin muvazaalı olmasıdır. … Bir sürenin geçmesi veya sakat unsurun düzeltilmesi ile akit muteber hale gelmez; ancak akdin muteber tarzda yeniden yapılması gerekir. … ”

Doktrinde Eren’e göre de(18):

“ … Muvazaalı olarak yapılan sözleşmelerde de müeyyide butlandır. … Batıl bir sözleşme, başlangıçtan itibaren geçersiz bir hukuki işlem olup, hiçbir zaman geçerlilik kazanamayacağı gibi, hiçbir hukuki sonuç da doğuramaz. Bu nedenle butlan zamanla ortadan kalkmaz, tarafların icazet veya teyidi (onamı) ile veya edimlerin ifasıyla sağlık (sıhhat) kazanamaz. … ”

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin T: 25.09.2006, E: 2006 / 7105, K: 2006 / 9159 sayılı kararında da aynen şu açıklamalara yer verilmiştir(19):

“ … Muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalarda zamanaşımı ya da hak düşürücü sürenin uygulanma olanağı bulunmadığı, davanın niteliğine göre bu tür iddiaların süreye tabi kılınmaksızın her zaman ileri sürülmesinin olanaklı bulunduğu gözetilmek suretiyle işin esası yönünden yukarıdaki ilkeleri kapsar biçimde hükme yeterli bir araştırma yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir. … ”

O hâlde davalının muvazaa iddiasının zamanaşımına uğradığı yönündeki savunmalarına itibar etmek mümkün değildir.

Bu noktada bir hususa daha işaret etmek gerekir. Muris muvazaasında muris ile lehine kazandırmada bulunduğu mirasçı arasında tapuda yapılan satış sözleşmesi muvazaalı olduğu için kesin hükümsüz; görünüşteki satış sözleşmesinin ardına gizlenen bağışlama sözleşmesi de resmi şekle riayet edilmediği için kesin hükümsüzdür. Davacının iddiasının sadece görünüşteki satış sözleşmesinin muvazaalı olması nedeniyle kesin hükümsüz olmasına değil aynı zamanda gizli işlemin (bağışlama sözleşmesinin) de şekil noksanlığı nedeni ile kesin hükümsüz olmasına yönelik olması davacının iddialarının hak düşürücü süreye veya zamanaşımına tabi olmasına neden olamaz. Zira şekil noksanlığı sebebiyle kesin hükümsüzlük iddiası da herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye tabi değildir.

 

IV. Türk Medenî Kanunu m.641/f.2’nin Değerlendirilmesi

Davalı tarafın sunduğu hukukî mütalaada uyuşmazlıkta Medenî Kanunumuzun 641. maddesinin 2. fıkrası uyarınca davalının bir tazminata hak kazandığı kendisine yapılan kazandırmaların da bu tazminat isteme hakkının yerine geçtiği kabul edilmelidir düşüncesine yer verilmiştir. Bu yoruma katılmamız mümkün değildir. Şöyle ki;

TMK m.641/f.2 hükmü şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Ana baba veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte yaşayan ve emeklerini veya gelirlerini aileye özgüleyen ergin çocuklar ile torunlara verilecek uygun miktardaki tazminat, bu yüzden terekenin borç ödemeden acze düşmemesi kaydıyla terekenin borcu sayılır.”

Görüldüğü üzere bu hükümle ana babası ile veya büyük ana ve büyük babası ile birlikte yaşayan ve emeğini veya gelirini ailesine özgüleyen ergin çocuklara (veya torunlara), mirasbırakanın ölümü üzerine, paylaştırma sırasında uygun bir tazminat verileceği düzenlenmiştir. Bu hükümde düzenlenmiş olan, bir alacak hakkından ibarettir. Keza bunun bir alacak hakkı olduğu Dural / Öz tarafından da aynen şu ifadelerle belirtilmiştir(20):

“ … MK 641/II hükmü ona diğer mirasçılara yöneltebileceği özel bir alacak hakkı tanımıştır. … ”

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki bu hükmün uygulanabilmesi için ana veya baba ile çocuğun aynı evde yaşıyor olmaları gerekir. Ayrı evde yaşayan bir çocuğun hemen her gün anne veya babasına uğruyor olması hâlinde dahi söz konusu hükmün uygulanması mümkün olamaz. Zira bu hükmün konuluş amacı ana veya babayla aynı evde yaşayıp ve ergin olup da evlenmeyen çocukların emeklerini aileye tahsis etmesinden doğan bir alacak hakkına imkân tanımaktır. Hükmün uygulanması bakımından aynı çatı altında yaşamanın şart olduğunu ifade eden Dural / Öz aynen şu açıklamalarda bulunmuşlardır(21):

“ … Ana babasına veya büyük ana ve büyük babasına emeğini veya gelirini tahsis eden ergin çocuğun onlarla birlikte yaşaması gerekmektedir. İhtiyaçlarını kendisinin karşıladığı ayrı bir evde oturan ergin çocuk, ana babasına emeği ve parasıyla ne denli katkıda bulunursa bulunsun, ölümleri halinde MK 641/II uyarınca bir hakka sahip olamaz. … ”

Somut olayda da davalı, murisle aynı evde yaşamadığı için maddede aranan “birlikte yaşama” şartının gerçekleştiğinden bahsetmek mümkün değildir. Zira davalının, murisin üst katındaki dairede ondan bağımsız bir yaşam sürdüğü anlaşılmaktadır. Davalının, annesi ile birlikte yaşamadığının ve emeğini ve gelirini ona tahsis etmediğinin en önemli delillerinden biri tarafıma sunulan davacı ve davalı tarafından imzalanan 08.11.2013 tarihli “ … 8 ve 10 Numaralı Dairelere İlişkin Sözleşme”dir. Davalı ile davacı arasında annelerinin vefatından sonra yapılan sözleşmenin III numaralı maddesinden davalının murisin sağlığında yaşadığı çatı kat ve apartman düzeninde 10 numaralı daire olarak adlandırılan bölümün murisin yaşadığı daireden tümüyle bağımsız olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Davalı, taşınmazlara ilişkin devirlerin murise hastalığı boyunca bakması karşılığında yapıldığını iddia etmiştir. Ancak, devir tarihleri ile murisin hasta olup yaşamını yitirdiği tarihler karşılaştırıldığında bu iddianın gerçekçi görünmediği anlaşılmaktadır. Zira muris, tapuda K.D.’ye ait görünen (ancak kanımızca kendisine ait olan) müşterek mülkiyet payını 02.12.1993 tarihinde, kendi müşterek mülkiyet payını da 18.03.2003 tarihinde devretmiştir. Murisin ölümü ise 09.05.2013 tarihinde gerçekleşmiştir. Murisin vefatından iki yıl önce kanser hastalığına yakalanıp bakıma ihtiyaç duyduğu dikkate alındığında söz konusu devirlerin bakım karşılığında yapıldığını kabul etmek mümkün değildir.

Ayrıca davalının sunduğu hukukî mütalaada davalıya yapılan devirlerin onun TMK.m.641/f.2 gereğince hak ettiği tazminat alacağının yerine yapılmış olduğunun kabul edilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Hemen yukarıda da belirttiğimiz üzere biz davalının TMK.m.641/f.2’ye dayanarak herhangi bir tazminat talep edemeyeceği sonucuna varmış bulunuyoruz. Bununla birlikte, bir an için ve tamamen bir varsayım olarak davalının TMK.m.641/f.2 gereğince bir tazminat talebinde bulunabileceği kabul edilse bile murisin sağlığındaki devirlerin bu tazminat alacağının ifası yerine geçmek üzere yapıldığı iddia edilemez. Zira TMK.m.641/f.2 hükmüne dayalı alacak hakkı, mirasın açılması ile doğar ve taksim sırasında muaccel olur. Bu husus doktrinde Oğuzman tarafından aynen şu şekilde ifade edilmiştir(22):

“ … MK.m.610’a dayanan alacağın, mirasın açılması anında doğduğu ve taksim sırasında muaccel olduğu kabul edilmektedir. … ”(23)

Söz konusu alacak hakkı, mirasın açılması ile doğup, mirasın taksimi sırasında muaccel olduğuna göre, uyuşmazlık konusu (muvazaalı) devirlerin henüz murisin sağlığında kızının TMK.m.641 /f.2 hükmüne dayalı olarak doğabilecek muhtemel tazminat alacağının yerine geçmek üzere yapıldığından bahsetmek mümkün olmasa gerekir. Zira henüz doğmamış ve muaccel hâle gelmemiş bir borcun yıllar öncesinden ifasından söz edilemez. Kaldı ki, yukarıda da vurguladığımız üzere taşınmazların devir tarihleri murisin bakım ihtiyacının doğduğu tarihten çok önceki yıllara rastlamaktadır.

 

V. Murisin Sağlığında Yaptığı Devirler Bir Paylaştırma Amacı Gütmekte midir?

Sayın öğretim üyesi, bu soruya ilişkin olarak; kendisine verilen bilgilere göre murisin, davalının yanı sıra davacıya da bir takım sağlararası kazandırmalarda bulunduğunu, bu kazandırmaların oldukça değerli olduğunu, bu kazandırmalardan özellikle … … Apartmanındaki 20 numaralı dairenin 23.09.2000 tarihinde satışından elde edilen tüm bedeli davacıya vermiş olmasının büyük önemi olduğunu, bu olguların murisin aslında bu kazandırmaları yaparken mirasını sağlığında paylaştırmak amacı ile hareket ettiğini gösterdiğini dolayısıyla da somut olaydaki sağlararası kazandırmalar muvazaalı olsa dahi muvazaa iddiasının dikkate alınamayacağını ileri sürmüştür.

Sayın öğretim üyesinin salt kendisine sunulan bilgilere dayanarak bu şekilde bir sonuca varması yerinde değildir. Murisin kızlarına sağlığında yaptığı kazandırmalarla mirasını adil ve hakkaniyete uygun (dengeli) bir biçimde paylaştırma yoluna gittiğini söyleyebilmek için davacı ve davalıya yapılan sağlararası kazandırmaların değerlerinin objektif olarak tespit edilmiş olması şarttır. Hâlbuki şahsıma sunulan dosya örneğinde, murisin taraflara yaptığı sağlararası kazandırmaların ne olduğunu tespit etmek, bunların değerlerini karşılaştırmak ve buradan hareketle murisin sağlığında mirasını adil ve hakkaniyete uygun bir biçimde kızlarına paylaştırdığı sonucuna varmak bakımından esas alınacak hiçbir objektif temel yoktur. Gerçekten de dosya içinde bu yönde bir bilirkişi raporu veya başkaca herhangi bir özel rapor bulunmamasına rağmen bu konuda bir değerlendirme yapılması ve bir sonuca varılması mümkün değildir.

 

E. SONUÇ

1. Davacının dayısı K.D.’nin murise verdiği temsil yetkisinin temsilci lehine verilen bir temsil yetkisi olduğu görülmektedir. Dolayısıyla tapuda K.D. adına kayıtlı olan taşınmazın muris tarafından vekâletname ile davalıya devri işlemi bakımından da davacının muvazaa iddiasında bulunmasında menfaati olduğunu kabul etmek gerekir.

2. Davacı mirasçı, murisin miras paylarını azaltmak kastıyla yaptığı tasarrufları bakımından ileri sürdüğü muvazaa iddiasını her türlü delille ispat edebilir.

3. Muvazaa ve şekil eksikliği bir kesin hükümsüzlük nedenidir. Dolayısıyla gerek muvazaa nedeniyle gerekse şekil eksikliği nedeniyle kesin hükümsüzlük iddiası hiçbir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye tabi olmaksızın her zaman ileri sürülebilir.

4. Somut uyuşmazlıkta TMK.m.641/f.2 hükmünün uygulama alanı bulması mümkün değildir. Zira davalı, murisle birlikte yaşayarak ona emek veya gelirini tahsis etmiş değildir.

5. Davalı lehine yapılan kazandırmaların onun murise bakmış olmasının karşılığında gerçekleştirilmiş olduğu kabul edilemez. Zira uyuşmazlık konusu tasarruflar var olduğu iddia edilen bakım fiilinin gerçekleştirilmesinden çok önce yapılmıştır. Kaldı ki davalı taraf murise sağlığında fiilen bakmış olduğunu da ispatlamış değildir.

6. Murisin mirasını sağlığında davalı ve davacıya paylaştırdığını kabul edebilmek için öncelikle taraflara yapılan kazandırmaların ne olduğunun belirlenmesi ve bu kazandırmaların değerlerinin objektif olarak tespit edilmiş olması gerekir. Böyle bir tespit ve objektif bir değerlendirme mevcut olmadan murisin mirasını sağlığında paylaştırdığı dolayısıyla da muvazaa iddiasının dinlenmemesi gerektiği ileri sürülemez.


 

 

 

 

 

 

 

 


 

 



* Bu hukukî mütalaa 10.01.2014 tarihinde kaleme alınmıştır.

(1) Mütalaanın mahkemeye sunulan nüshasında yazarın eserine yapılan atıf açıkça belirtilmiştir.

(2) Arif Kocaman; Alacağın Temlikinin Benzer Üçlü İlişkiler Karşısındaki Teorik Sınırı Sorunu, Ankara, 1989, s: 57.

(3) Mütalaanın mahkemeye sunulan nüshasında yazarın eserine yapılan atıf açıkça belirtilmiştir.

(4) Bu yönde bkz. Yargıtay 15. HD., T: 17.06.2008, E: 2007 / 3317, K: 2008 / 4019 (Kazancı İçtihat Bilgi Bankası).

(5) Mütalaanın mahkemeye sunulan nüshasında taraflar arasındaki elektronik postaların tam metni verilmiştir.

(6) Mütalaanın mahkemeye sunulan nüshasında taraflar arasındaki elektronik postaların tam metni verilmiştir.

(7) Selahattin Sulhi Tekinay / G. Sermet Akman / Haluk Burcuoğlu / Atilla Altop; Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul, 1993, s: 421.

(8) Mütalaanın mahkemeye sunulan nüshasında yazarın eserine yapılan atıf açıkça belirtilmiştir.

(9) YKD, S: 7, 1990.

(10) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(11) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(12) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(13) Mustafa Dural / Turgut Öz; Türk Özel Hukuku, C: 4, Miras Hukuku, İstanbul, 2012, s: 258, dn: 751.

(14) Dural / Öz, age, s: 255.

(15) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(16) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(17) Kemal Oğuzman / Turgut Öz; Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul, 2010, s: 137-138.

(18) Fikret Eren; Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul, 2010, s: 300-301.

(19) Aynı yönde bkz Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, T: 10.12.1987, E: 1987 / 9438, K: 1987 / 11993 (Kazancı İçtihat Bilgi Bankası).

(20) Dural / Öz, age, s: 340.

(21) Dural / Öz, age, s: 341.

(22) M. Kemal Oğuzman; Miras Hukuku, İstanbul, 1995, s: 332.

(23) Bu hüküm Türk Medenî Kanunu m.641/f.2’ye tekabül etmektedir.

Tasarım ve yazılım NEVRES ürünüdür.
Av. Prof. Dr. İlhan Helvacı Hukuk Bürosu
Quasar Tower, No: 2807, Büyükdere Caddesi, No: 76, 34394, Şişli, İstanbul – Türkiye
Tel: +90 212 263 35 25 Faks: +90 212 263 35 26
X