18. ÖLÜNCEYE KADAR BAKMA SÖZLEŞMESİ

• Ölünceye Kadar Bakma Sözleşmesi • Sözleşmenin Muvazaalı Olması • Bakım Borcunun Bizzat Borçlu Tarafından İfasının Şart Olması • Derdestlik İddiası

HUKUKÎ MÜTALAA*

A. GİRİŞ

1. İzmir Barosu mensubu Sayın Av. İ. K., tarafıma müracaat ederek müvekkilleri davacı Y. B. ile davalı H. B. arasında İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde E: 2019 / 359 sayılı dosya üzerinden görülen bir hukukî uyuşmazlık bulunduğunu beyan etmiş ve bu uyuşmazlık hakkında yazılı olarak bir hukukî mütalaa hazırlamamı talep etmiştir.

2. Sayın Av. İ. K. şahsıma müracaatında söz konusu uyuşmazlıkla ilgili dava dosyasının bir örneğini tarafıma tevdi etmiştir. Dosya içindeki tüm belgeler tamamen objektif bir bakış açısıyla incelenmiş ve aşağıdaki bilimsel değerlendirmelere gidilmiştir.

 

B. İDDİA ve SAVUNMANIN ÖZETİ

I. Davacının Dava Dilekçesindeki İddialarının Özeti

3. Davacı Y. B. vekili, 16.08.2019 tarihli dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin, müteveffa A. T. B.’nin (bundan sonra kısaca muris ya da bakım alacaklısı olarak anılacaktır) mirasçısı olduğunu, murisin davalı Av. H. B. (bundan sonra kısaca davalı veya bakım borçlusu olarak anılacaktır) ile T.C. Beşiktaş 6. Noterliği nezdinde 34864 yevmiye numaralı 06.09.2012 tarihli ölünceye dek bakma sözleşmesi (bundan sonra kısaca sözleşme olarak da anılacaktır) imzaladığını, davalının, muris ile ilgili birçok yasal işlemi aile bireylerine haber vermesine rağmen anılan sözleşmeyi gizli tuttuğunu, zira sözleşmeden murisin kısıtlanması talebiyle İstanbul 4. Sulh Hukuk Mahkemesi nezdinde açılan E: 2016 / 28 sayılı davada son ana kadar bahsedilmediğini, davalının ölünceye dek bakma sözleşmesindeki bakım borcunu yerine getirmediğini, muris ile aynı evde kalmadığını, murise bizzat bakmadığını, bu hususların İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2019 / 107 sayılı dosyasından da anlaşıldığını, murisin ölünceye dek bakma sözleşmesi düzenlendiği sırada ayırt etme gücünün yerinde bulunmadığını, nitekim murisin 23.02.2011 ve 11.03.2011 tarihli sağlık raporlarından da görüleceği üzere, kafa karışıklığı sebebiyle T.C. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalına başvurduğunu, anılan raporda murisin yer ve kişi yöneliminin bozuk olduğunun belirtildiğini, söz konusu raporda murisin demans hastalığının açık bir şekilde ortaya çıktığının görüldüğünü, raporun alındığı tarihte 89 yaşında olan murisin bu durumunun düzelmesinin beklenmesinin hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, sözleşmenin imzalandığı tarihte murisin 90 yaşında olduğunu, ayrıca murisin ekonomik değeri oldukça büyük gayrimenkuller ile manevi değeri olan aile yadigarı antika niteliğindeki her türlü eşyasını ölünceye kadar bakma sözleşmesiyle kan bağı bulunmayan ve evli olmadığı birisine bırakmasının onun akla uygun davranmadığını açıkça gösterdiğini, üstelik murisin ekonomik durumu da dikkate alındığında böyle bir sözleşme yapması için hiçbir mantıklı sebebin bulunmadığını, murisin tüm sağlık giderlerinin Garanti Bankası’nın Emekli ve Yardım Sandığından karşılandığını, bir başkasının sağlık giderlerini karşılamasına ihtiyacı bulunmadığını, öte yandan dava konusu sözleşmenin şeklen sakat olduğunu, zira murisin ileri derecede görme sorunu yaşadığını, sözleşme yapılırken temin edilen sağlık raporunda murisin göz muayenesinden geçmediğinin anlaşıldığını, dolayısıyla murisin bir an için ayırt etme gücünün yerinde olduğunun kabulünde bile murisin noterde yapılan ve küçük puntolarla, dar aralıklarla yazılan sözleşmeyi tam olarak okumuş ve anlamış olmasının mümkün olmadığını, zira murisin televizyon izlerken bile ekstra aydınlatmaya ihtiyaç duyduğunu, fiziksel olarak normal okuma imkânına sahip bulunmayan kişilere Noterlik Kanunu’nun 87. maddesine göre işlem yapılması gerektiğini, ancak anılan hükme uygun bir işlem yapılmadığını zira sözleşme metninde sözleşmenin işlemi yapan kişiye okunduğunun değil bizzat muris tarafından okunduğunun ifade edildiğini, ayrıca tanıkların da sözleşmeye atılan imzaların kendi önlerinde atıldığını beyan etmediklerini, murisin sözleşmedeki imzalarının da birbirine benzemediğini, huzurdaki davanın ehliyet ve şekil eksikliği nedenleriyle kabul edilmemesi hâlinde ise muvazaa nedenine dayalı olarak kabul edilmesi ve sözleşmenin geçersiz olması gerektiğini, zira murisin aralarındaki yaş farkına rağmen davalıyı arkadaşı, dostu, sevdiği, kızı veya başkaca herhangi bir sıfatla hayatının içinde tuttuğunu, murisin sözleşmenin imzalandığı dönemde yalnızlığını gidermek ve ihtiyaç duyduğu sevgi ve şefkati karşı cinsten sağlamak arzusunda olduğunu, davalının, muris ile baba-kız ilişkisi değil kadın-erkek ilişkisi kurduğunu, davalının gazetelere taşınan şaibeli geçmişinde yaşadıkları göz önüne alındığında murisi manipüle edebileceğinin kabul edilmesi gerektiğini, bakım alacaklısı murisin tüm malvarlığı değeri ve sözleşme tarihindeki yaşı dikkate alındığında sözleşme edimleri arasında adeta bir uçurum bulunduğunu, zira evindeki antika eşyalar ile İstanbul boğazında bir yalı dahil olan tüm malvarlığını hiçbir ihtiyacı yokken kendisine bakması için birine bırakmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, bu nedenle tarafların gerçek amacının bakım olmadığını, gerçek amacın bu malvarlığını bedelsiz bir şekilde devretmek ve murisin tek mirasçısı olan davacı müvekkilinden miras kaçırmak olduğunu, davalı tarafın murisin saklı paylı mirasçısının bulunmadığını bildiğini ve muris ile mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla dava konusu sözleşmeyi imzaladığını, sözleşmenin imzalandığı tarih itibariyle bakım alacaklısının bakımı gerektirecek herhangi bir ekonomik sorunu da bulunmadığını, bakım alacaklısının bakımının 90 yaşına kadar ne şekilde gerçekleşmişse sözleşmenin yapıldığı tarih itibariyle de aynı şekilde gerçekleşebileceğini, bakım alacaklısının bakım borçlusunun kendisine bakması gibi bir beklentisi bulunmadığını, bakım borçlusunun da bakım alacaklısına bakmaya yönelik herhangi bir eyleminin bulunmadığını, bir diğer söyleyişle tarafların ölünceye dek bakma sözleşmesini hedeflemediklerini, bu nedenle de işlemin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğunu, ayrıca davalının murisi aldatarak bir vekâletname elde ettiğini ve bu vekâletname ile murise ait bir taşınmazı bedelinden çok daha düşük bir meblağa üçüncü kişiye (davalının arkadaşı A. K. B.’ye sattığını), ardından da satış bedelini sekreterine düğün hediyesi olarak verdiğini, bu nedenle vekâlet görevini kötüye kullandığını iddia etmiş ve dava konusu ölünceye dek bakma sözleşmesinin ehliyetsizlik veya şekil eksikliği ya da muvazaa nedeniyle iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

 

II. Davalının Cevap Dilekçesindeki İddialarının Özeti

4. Davalı H. B. vekili, 20.09.2019 tarihli cevap dilekçesinde özetle; muris A. T. B.’nin vefatından hemen önce geçici yasal temsilcisi K. B. tarafından İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2019 / 107 sayılı dosyasına kayıtlı davayı ikame ettiğini, murisin bu E: 2019 / 107 sayılı davanın açılmasından kısa bir süre sonra vefat ettiğini, bunun üzerine huzurdaki davanın davacısı Y. B.’nin mirasçılık iddiasına dayanarak davayı takip ettiğini ve yargılamaya dahil olduğunu, dilekçeler teatisi içerisinde replik dilekçesi sunduğunu, anılan davanın huzurdaki dava ile aynı konuya ilişkin olduğunu ve taraflarının da aynı olduğunu, dolayısıyla derdestlik itirazlarının bulunduğunu, bakım alacaklısının, sözleşmenin imzalandığı tarihte ayırt etme gücünün yerinde olduğunu, ölümüne kadar da ehliyetini kaybetmediğini, davacının, iddialarına dayanak olarak gösterdiği 11.03.2011 tarihli raporda murisin “çıkış nörolojik muayenesinde yönelimi tam olarak” hastaneden taburcu olduğunun belirtildiğini, anılan raporda murisin ehliyetsiz olduğunu gösteren hiçbir veri bulunmadığını, murisin 97 yaşına kadar yaşadığını ve pek çok kez sağlık kurulu raporu aldığını, bu raporların hiçbirinde murisin ehliyetsiz olduğu kanaatinin bildirilmediğini, Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi raporunda, murisin herhangi bir akıl hastalığı ya da zayıflığı tespit edilemediğinden fiili ve kavli tasarrufa ehil olduğunun ifade edildiğini, bu rapora istinaden vekâletname düzenlendiğini ve davacının oğlunun eşi E. B.’nin muris tarafından vekil tayin edildiğini, akabinde de vekâletname kullanılarak murisin banka hesabından 40.000 TL civarında bir meblağ çekildiğini, murisin hiçbir zaman Demans / Alzheimer tedavisine yönelik ilaç kullanmadığını, ölünceye dek bakma sözleşmesinde şekil eksikliğinin söz konusu olmadığını, murisin görme sorununun ileri seviyede olmadığını, murisin hayatı boyunca her gün gazete okuduğunu ve ilgisini çeken haberleri keserek dosyaladığını, muvazaa iddialarının gerçeği yansıtmadığını, davalı müvekkili ile murisin arasında baba-kız ilişkisi bulunduğunu, müvekkilinin murise her zaman bir baba gibi hürmet ettiğini, onu sevip saydığını, süreç içerisinde murisin yaşının ilerlemesi, bakım ihtiyacının günden güne artması, yalnız kalma korkusu nedeniyle ve davalı müvekkiliyle arasındaki büyük sevgi ve güven bağı sayesinde murisin davalıdan ölünceye dek kendisine bakmasını istediğini, davalı müvekkilinin 1999 yılından beri sağlıkla ilgili her sorununda murisin yanında olduğunu, murisin de artık bunun resmi bir şekilde olmasını istediğini zira karşılıksız bir şey beklemediğini ifade ettiğini, nitekim ölünceye dek bakma sözleşmesinde de “1999 yılı aralık ayından beri bana bakmakta olan ve yine ölünceye kadar bana bakacak olan” ifadesine yer verildiğini, davalı müvekkilinin bakım alacaklısıyla bilfiil ilgilendiğini, davalı müvekkilinin bakım alacaklısına oldukça yakın bir yerde ikamet ettiğini, onu sürekli ziyaret ettiğini, bakım alacaklısının ilaçlarının temini, yemesi içmesi gibi tüm ihtiyaçlarının davalı müvekkili tarafından karşılandığını, ayrıca davalı tarafından 2012 yılından itibaren, 7 / 24 yanında olmak üzere bir de hizmetçi tutulduğunu, bu hizmetçinin maaşının da davalı müvekkili tarafından verildiğini, davalı ile birlikte bu hizmetçinin de murisin konforu ve sağlığı için özen gösterdiğini, ancak bakım yükümlülüğünün yine de bizzat davalı tarafından yerine getirildiğini, bakım alacaklısı ile bakım borçlusu davalının sürekli olarak aynı konutta yaşamamasının nedeninin bakım alacaklısının bu yöndeki iradesi olduğunu, bununla birlikte davalının uzun tatillerde muris ile birlikte sık sık kaldığını, bakım alacaklısının çok özel ve lüks zevklerinin bulunduğunu, davalının, bakım alacaklısının en iyi şekilde beslenmesi için büyük özen gösterdiğini, murisin 97 yaşına kadar yaşamış olmasının da bu durumu ispat ettiğini, davalının, bakım alacaklısının evini onun konforu doğrultusunda düzenlediğini, evin içindeki eşyaları yenilediğini, uzun yıllardır yatmakta olduğu sünger yatağın ortopedik yatak ile değiştirildiğini, murisin el ve ayak tırnaklarının davalı tarafından kesildiğini ve davalının murisi tıraş ettiğini, ayrıca her ay bakım alacaklısının tercih ettiği kuaförün eve çağrıldığını, davalı müvekkilinin murisi düzenli olarak tiyatroya, boğaz turlarına, yemek yemeye götürdüğünü ve tüm masrafların davalı tarafından karşılandığını, kısacası ölünceye kadar bakma sözleşmesindeki tüm yükümlülüklerin davalı tarafından yerine getirildiğini, davacının iddiasının aksine murisin iddiaya konu taşınmazı M. O. Ç.’ye düğün hediyesi olarak verdiğini, bu durumun murisin İstanbul Cumhuriyet Savcılığındaki ifadesiyle de sabit olduğunu, davalı müvekkilinin muristen çok daha fazla gelire ve malvarlığına sahip olduğunu, dolayısıyla tarafların malvarlığı değerleri arasında eşitsizlik de bulunmadığını ve kötü niyet iddialarının yersiz olduğunu, davalının muristen faydalanma niyeti olsaydı, bunu kendisine verilen çeşitli vekâletnameler ile yıllar içinde rahatlıkla yapabileceğini, davacının muvazaa iddialarının gerçek dışı olduğunu zira davalının sözleşmeden önce de sonra da murisin bakım yükümlülüğünü çok iyi şekilde yerine getirdiğini, ayrıca davacının murisin tek mirasçısı olmadığı gibi saklı paylı mirasçısı da olmadığını, bir an için davanın kabulüne karar verilecek olsa dahi davalının yıllar boyu devam eden emek, masraf ve mesaisinin faiziyle tazmininin gerektiğini iddia etmiş ve davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

 

III. Davacının Cevaba Cevap Dilekçesindeki İddialarının Özeti

5. Davacı Y. B. vekili, cevaba cevap dilekçesinde önceki iddialarına ilave olarak özetle, davalı vekilinin derdestlik iddialarının gerçek dışı olduğunu zira İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2019 / 107 sayılı davası ile huzurdaki davanın hukukî sebebinin farklı olduğunu, E: 2019 / 107 sayılı davada taraflar arasındaki sözleşmenin, sözleşmenin çekilmez hâle gelmesi sebebiyle feshine karar verilmesi talep edildiğini, işbu davada ise sözleşmenin muvazaa sebebiyle iptaline karar verilmesi talep edildiğini, bu nedenle derdestliğin söz konusu olmadığını, davalı vekilinin, cevap dilekçesinde, murise, sözleşme imza tarihi olan 06.09.2012 tarihi öncesi demans hastalığı teşhisi konulduğunu ve murisin tam ehliyetli olmadığını bizzat kendisinin ikrar ettiğini, ölünceye dek bakma sözleşmesine dayanak olarak sunulan 06.09.2012 tarihli sağlık raporunun usulüne uygun hazırlanmadığını, aynı zamanda murisin, göz hastalığı olan homonim hemianopsi hastası olduğunu, 11.03.2011 çıkış tarihli raporda sağ gözünde homonim hemianopsinin devam ettiği saptanan hasta şeklinde tespitte bulunulduğunu, bu hastalığın dikey orta hat sol veya sağ taraftaki görme alanı kaybı olduğunu ve hastalığın genellikle her iki gözü de etkilediğini, bu nedenle murisin noterdeki sözleşmeyi okumasının mümkün olmadığını, dolayısıyla da işlemin şekil eksikliği nedeniyle geçersiz olduğunu, davalının murisle olan ilişkisini baba-kız ilişkisi olarak nitelendirdiğini ancak bu iddianın gerçeği yansıtmadığını zira, davalının birçok resmi makamda çeşitli kez muris ile arasında 20 yılı aşkın süredir devam eden dostluk ve arkadaşlığın mevcut olduğunu beyan ettiğini, yine kendisinin murisin arkadaşı, bakıcısı her şeyi olduğunu beyan ettiğini, E: 2019 / 107 sayılı dava dosyasında bulunan fotoğrafların da insanı, davalı ile muris arasındaki ilişki bakımından düşünmeye sevk ettiğini, davalının bu fotoğraflarda murisle oldukça samimi pozlar verdiğini, davalının sosyal medyada muris için, “‘Sen bana geç geldin, ben sana erken.’ derdi.” şeklinde beyanda bulunduğunu, ayrıca davalıya, neden bugüne kadar muris hakkında “Babam kadar sevdiğim, babam gibi gördüğüm.” gibi bir beyanda bulunmadığının sorulması gerektiğini, 90 yaşındaki murisin kendisinden 40 yaş küçük biriyle yaşadığı yakınlığın zaaflara yol açabileceğini, bu durumun manipülasyona elverişli olduğunu, davalının murisin bakım alacaklısı iken menfaati açıkça çatıştığı hâlde, onun vekillik görevini üstlenmesi, düzenleme şeklinde geniş yetkiler tanıyan vekâlet alması, adına dava takip etmesi, kira gelirini toplaması ve benzeri davranışların, taraflar arasında iki tarafa borç yükleyen ivazlı bir sözleşmeden çok murisin tüm mal varlığının onun rızası dışında ivazsız olarak ele geçirilmeye çalışıldığını gösterdiğini, davalının, murisin hem vekilliğini yapması hem de ölünceye dek bakma sözleşmesinde taraf olarak bakma borçlusu olmasının Avukatlık Kanunu’na ve etiğine de aykırı olduğunu iddia etmiştir.

 

IV. Davalının İkinci Cevap Dilekçesindeki İddialarının Özeti

6. Davalı vekili, 04.11.2019 tarihli ikinci cevap dilekçesinde önceki iddialarına ilave olarak özetle, ortada ikrar edilen bir durumun bulunmadığını, murisin, yaşamının hiçbir döneminde ve hiçbir şekilde Alzheimer / demans hastası olmadığını, murisin makula dejeneransı hastalığı (sarı nokta hastalığı) bulunduğu ancak bu hastalığın ileri seviyede olmadığını bununla birlikte murisin homonim hemianopsi hastası olduğu iddiasının ise gerçek dışı olduğunu, muris ile davalı müvekkilinin sözleşme ile ortaya koyduğu ve herkesçe bilinen açık iradelerinin ölünceye kadar bakma sözleşmesi kurmak olduğunu, müvekkili edimlerini yerine getirdiğine ve muris tarafından da edimler kabul edildiğine göre ortada muvazaanın söz konusu olmadığını, müvekkilinin murise her zaman baba gibi hürmet ettiğini, aralarında baba kız ilişkisi bulunduğunu, müvekkilinin sosyal medya hesabında paylaştığı ifadeden muris ile müvekkili arasındaki ilişkinin farklı yorumlanmasına yönelik bir anlam çıkamayacağını zira, bir kişinin evladı saydığı ve kendisine evlatlık yapan biri ile daha uzun bir ömür geçirmek istemesinin doğal bir durum olduğunu, davacının bu konudaki iddialarının gerçek dışı olduğunu iddia etmiştir.

C. İNCELENMESİ GEREKEN HUKUKÎ SORUNLAR

7. Sayın Av. İ. K. şahsıma müracaatında söz konusu uyuşmazlıkla ilgili aşağıdaki soruların yanıtlanmasını talep etmiştir:

a. Huzurdaki dava İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2019 / 107 sayılı davasıyla derdest midir?
b. Muris ile davalı arasında imzalanan, T.C. Beşiktaş 6. Noterliği nezdindeki 34864 yevmiye numaralı 06.09.2012 tarihli ölünceye dek bakma sözleşmesi muvazaalı mıdır?
c. Ölünceye dek bakma sözleşmesinde bakım yükümlülüğünün bizzat bakım borçlusu tarafından yerine getirilmesi şart mıdır? Yoksa bakım yükümlülüğü üçüncü bir kişi tarafından da yerine getirilebilir mi?

 

D. İNCELEME ve DEĞERLENDİRME

1. Huzurdaki dava İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2019 / 107 sayılı davasıyla derdest midir?

8. Davalı vekili, huzurdaki davanın E: 2019 / 107 sayılı dava ile derdest olması nedeniyle reddi gerektiğini iddia etmektedir. Davacı vekili, şahsıma müracaatında, E: 2019 / 107 sayılı dava dosyasını tarafıma tevdi etmiştir. Davacı vekili huzurdaki davanın E: 2019 / 107 sayılı dava dosyası ile derdest olup olmadığını sormaktadır.

9. Belirtmek isteriz ki derdestlik bir olumsuz dava şartıdır. Gerçekten de HMK m. 114 / f. 1, b. (ı)’ya göre:

“Dava şartları

MADDE 114- (1) Dava şartları şunlardır:

ı) Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması.”

10. Doktrinde Pekcanıtez, derdestliği aynen şu şekilde açıklamaktadır(1) :

“… Derdestlik bir uyuşmazlığın mahkemede görülmekte ya da incelenmekte olması anlamına gelir. Davanın açılması ile derdestlik başlar. … Dava derdest hale geldikten sonra artık aynı dava tekrar açılamaz. Bunun için her iki davanın tarafları, dava konusu ve sebebinin aynı olması gerekir. Bu koşulların tümü mevcut ise ikinci kez açılan dava, derdestlikten yani dava şartı eksikliğinden reddedilir (m. 114 / 1-ı). …”

11. Doktrinde Pekcanıtez’in de isabetle belirttiği üzere, bir dava açıldığında, o davayla tarafları, konusu ve hukukî sebebi aynı olan başka bir dava hâlen görülmekte ise açılan bu ikinci davanın dava şartı eksikliğinden reddedilmesi gerekir.

12. Zira aksi hâlde, mahkemeler gereksiz yere meşgul edilmiş olacak ve çelişkili kararlar verilmesi ihtimali doğacaktır. Nitekim doktrinde Pekcanıtez’e göre de(2) :

“… Derdestliğin dava şartı olarak kabul edilmesinin nedeni, davacının aynı davayı birden fazla mahkemede açmasında hukuken korunan bir menfaatinin olmamasıdır. Aksine aynı davanın birden fazla açılması, mahkemelerin de gereksiz yere meşgul edilmesi sonucunu doğurur. Bu durum usul ekonomisine de aykırı olur. Zira gereksiz yere masraf yapılacak, zaman kaybedilecektir. Keza aynı davanın birden fazla açılması, dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Son olarak aynı davanın birden fazla açılması çelişkili kararlar verilmesine neden olacağından kamu düzenini de ilgilendirmektedir. Bu sebeplerle daha önce ilk itiraz olarak kabul edilen derdestlik itirazı, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dava şartı olarak kabul edilmiştir (m. 114 / 1-ı). …”

13. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi de 07.04.2016 tarihli kararında derdestlik ile ilgili aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(3) :

“… Açılmış ve görülmekte olan bir davanın davacısı, hukukî korunma sürecini başlatmış olduğundan artık onun aynı davayı yeniden bir başka mahkeme önüne getirmesinde hukuken korunmaya değer güncel bir yararı bulunmamaktadır. Bu sebeple daha önce açılmış ve hâlen görülmekte olan bir davanın, ikinci kez açılması hâlinde, davacının bu ikinci davayı açmasının hukukî olmadığı gerekçesi ile derdestlik dava şartı kabul edilerek HMK’nın 114. maddesinin (ı) bendinde “Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması” düzenlemesine yer verilmiştir. Buna göre, derdest bir davanın ilk koşulu, tarafları, konusu ve dava sebebi aynı olan bir davanın daha önce açılmış olması, ikinci koşulu ise daha önce açılmış bulunan davanın halen görülmekte olması, kesin hükümle sonuçlanmamış olmasıdır. Bu iki koşulun birlikte bulunması halinde derdest bir davanın varlığı kabul edilmelidir. …”

14. Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin yukarıda anılan kararında da belirttiği üzere, derdest bir davanın ilk koşulu, tarafları, konusu ve dava sebebi aynı olan bir davanın daha önce açılmış olmasıdır. Derdestliğin ikinci koşulu ise, daha önce açılmış bulunan davanın hâlen görülmekte olması, yani bu dava hakkında kesinleşmiş bir karar bulunmamasıdır(4) . Mahkemenin, bu koşulların gerçekleştiğini tespit etmesi hâlinde, ikinci davayı derdestlik dava şartı nedeniyle HMK m. 114 / f. 1- b. (ı) gereğince reddetmesi gerekmektedir.

15. Bu noktada belirtmek isteriz ki, huzurdaki dava ile derdestlik iddiasının ileri sürüldüğü E: 2019 / 107 sayılı davanın konusu T.C. Beşiktaş 6. Noterliği nezdinde 34864 yevmiye numaralı 06.09.2012 tarihli ölünceye dek bakma sözleşmesidir. Bununla birlikte E: 2019 / 107 sayılı dava, sözleşmenin artık çekilmez hâle gelmesi hukukî sebebine, huzurdaki dava ise sözleşmenin muvazaalı olması hukukî sebebine dayanmaktadır. Dolayısıyla iki davanın hukukî sebebi birbirinden farklıdır. Bir diğer söyleyişle derdestliğin “hukukî sebebin aynı olması” şartı somut olayda mevcut değildir. Yukarıda da izah edildiği üzere, davaların hukukî sebeplerinin birbirinden farklı olması hâlinde derdestlikten söz edilemez.

16. Nitekim Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 08.05.2013 tarihli kararına göre de(5) :

“… Bodrum 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1999 / 14 Esas ve 2010 / 86 Karar sayılı taraflar arasında aynı taşınmazla ilgili olarak açılıp görülen tenkis davasında, davacı tenkis iddiasına dayanmış ve bu yönde inceleme ve araştırma yapılarak tenkis davası reddedilmiştir. Dava konusu olmayan bir konuda mahkemenin gerekçesinde muris muvazaasından söz etmiş olması usulünce açılmış muris muvazaasına dayalı bir dava bulunmadığı gözetildiğinde davacının hak ve hukukunu etkilemeyeceği gibi davacıyı bağlayıcı bir sonuç da doğurmaz. Her iki davanın dava konusu taşınmaz ve tarafları ayni ise de ilk dava saklı payın ihlal edildiği nedeniyle tenkis, ikinci dava ise miras bırakanın mirasçısından mal kaçırma amacıyla yaptığı temlike ilişkin muris muvazaası hukuksal nedenlerine dayalı olup dava sebepleri farklı davalarda derdestlik bulunmadığı kuşkusuzdur. Hal böyle olunca, eldeki davada kesin hüküm bulunmadığı gibi derdestlik koşullarının da oluşmadığı dikkate alınarak işin esasının incelenmesi, taraf delilleri toplanarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. …”

17. Görüldüğü üzere, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, derdestlik nedeniyle verilen ret kararına karşı yapılan temyiz itirazı üzerine önüne gelen uyuşmazlıkta, her iki davanın taraflarının aynı olduğuna, dava konusunun da aynı taşınmaz olduğuna ancak önceki davanın tenkis hukukî sebebine, ikinci davanın ise muris muvazaası hukukî sebebine dayandığına, bu nedenle derdestliğin söz konusu olmadığına hükmetmiş ve ilk derece mahkemesinin derdestlik nedeniyle verdiği ret kararını bozmuştur.

18. Kısacası, huzurdaki dava ile E: 2019 / 107 sayılı davanın hukukî sebebi birbirinden farklıdır. Bu nedenle, huzurdaki davanın, İstanbul 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2019 / 107 sayılı davasıyla derdest olmadığı sonucuna varılmıştır.

 

2. Muris ile davalı arasında imzalanan, T.C. Beşiktaş 6. Noterliği nezdindeki 34864 yevmiye numaralı 06.09.2012 tarihli ölünceye dek bakma sözleşmesi muvazaalı mıdır?

19. Davacı vekili, taraflar arasındaki ölünceye dek bakma sözleşmesinin muvazaalı olduğunu iddia etmektedir. O hâlde sözleşmenin muvazaalı olup olmadığının incelenmesi gerekmektedir.

20. Öncelikle belirtmek gerekir ki kanun koyucu muvazaanın doğrudan doğruya tanımını yapmamıştır. Bununla birlikte 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “D. Sözleşmenin yorumu, muvazaalı işlemler” kenar başlığını taşıyan 19. maddesinin 1. fıkrası aynen şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.”

21. Doktrinde Oğuzman / Öz ise muvazaayı şu şekilde tanımlamaktadır(6) :

“… Muvazaa tarafların, yaptıkları sözleşmenin hiç hüküm doğurmaması veya görünüşteki sözleşmeden başka bir sözleşmenin hükümlerini doğurması hususundaki anlaşmalarıdır. …”

22. Doktrinde Oğuzman / Öz’ün de isabetle belirttiği üzere, muvazaa, tarafların yaptıkları sözleşmenin hiç hüküm doğurmaması veya görünüşteki sözleşmeden başka bir sözleşmenin hükümlerini doğurması hususundaki anlaşmaları olarak tanımlanabilir. Böyle bir anlaşmada, TBK m. 19 hükmüne göre, tarafların gerçek ve ortak iradeleri esas alınacaktır.

23. Muvazaa çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Şayet muvazaalı sözleşme hiç hüküm doğurmayacaksa basit muvazaadan bahsedilmekte; şayet muvazaalı sözleşmenin arkasında başka bir sözleşme gizlenmekte ise, yani taraflar böyle bir gizli sözleşmenin hükümlerinin meydana gelmesi hususunda anlaşmışlarsa nitelikli (mevsuf) muvazaa söz konusu olmaktadır.

24. Ayrıca, muvazaa, sözleşmenin tamamını kapsıyorsa tam muvazaadan, sözleşmenin sadece bazı hükümlerine ilişkin ise kısmî muvazaadan söz edilmektedir. Taraflar yaptıkları bir satış sözleşmesinin hiç hüküm doğurmaması hususunda anlaşmışlarsa, bir basit muvazaa vardır. Satış gözüken sözleşmenin gerçekte yapılan bağışı gizlemesi söz konusu ise nitelikli muvazaa vardır. Şayet taraflar, yaptıkları satışın gerçek bedeline göre daha yüksek veya daha düşük bir bedel göstermişlerse, kısmi muvazaadan söz edilebilir(7) .

25. Doktrinde Eren de muvazaaya ilişkin olarak aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(8) :

“… Muvazaa, tarafların gerçekte istemedikleri bir sözleşmeyi üçüncü kişileri aldatmak maksadıyla yapmalarıdır. Tarafların üçüncü kişileri aldatmak maksadı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç meydana getirmeyen bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarına muvazaa denir. Muvazaada tarafların esas amaç ve niyetleri, görünürdeki işlemle üçüncü kişileri aldatmaktır. Muvazaalı işlemlerde aldatma niyetini öğreti ve Federal Mahkeme açıkça aramaktadır. Buna muvazaa niyeti de (Simulationsabsicht) denilmektedir. Ayrıca taraflar, gerçek iradelerine uymayan görünüşte bir işlem yapmak için anlaşmakta ve böylece her iki taraf da beyan ve iradeleri arasındaki uygunsuzluğun bilinci içinde bulunmaktadır. Böylece tarafların iradeleri ile beyanları arasındaki uygunsuzluk kasdî bir nitelik taşımaktadır. …”

26. Ayrıca belirtmek gerekir ki, tarafların görünüşteki işlemi üçüncü kişileri aldatma kastıyla yapmış olmalarının muvazaanın şartı olup olmadığı tartışmalıdır. Doktrinde bir görüşe göre üçüncü kişileri aldatma kastı muvazaanın şartı değildir. Bununla birlikte doktrindeki baskın görüşe göre, üçüncü kişileri aldatma kastı da muvazaanın bir unsurudur.

27. Buna ilaveten, üçüncü kişileri aldatma kastı her zaman üçüncü kişileri zarara uğratmaya yönelik olmayabilir. Bir diğer söyleyişle, taraflar muvazaalı işlem yaparken, üçüncü kişileri zarara uğratmak gayesi dışında başka amaçlarla hatta tam tersine iyiniyetli amaçlarla bile işlem yapabilir. Ancak böyle bir durumda da yapılan işlem muvazaa sebebiyle geçersiz olacaktır.

28. Nitekim doktrinde Esener’in de isabetle belirttiği üzere(9) :

“… Üçüncü şahısları aldatmak niyetinden bahsettiğimiz zaman, bununla tarafların harice karşı aldatıcı bir durum yaratmak hususundaki niyetini kastediyoruz. Yoksa, muvazaa her zaman üçüncü şahıslara zarar iras etmek niyetiyle yapılan bir muamele değildir. … Bazen bir şahsın kendi durumunu üçüncü şahısların tecessüsünden azâde bulundurması gibi haklı sebepler muvazaanın yapılmasına amil olabilir. Mesela, bir hayırsever, ismini açıklamamak, mali durumunu harice belli etmemek için yaptığı hibeyi bir satış arkasında gizlemiş olabilir. Keza, bir baba oğullarını çalışmağa sevketmek için mallarını muvazaalı bir temliki tasarrufla devretmektedir. …”

29. Doktrinde Özkaya da Esener’e atıfta bulunarak aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(10) :

“… Muvazaanın üçüncü unsuru başkalarını aldatma kastıdır. İrade ve beyan arasında bilerek yapılan uygunsuzluğun amacı başka bir görünüş yaratmak suretiyle üçüncü kişileri aldatmaktır. Esasen bu amaç olmazsa muvazaalı sözleşmeyi yapmaya gerek kalmaz. Hemen belirtelim ki, bu aldatma amacı her zaman üçüncü şahısları zarara uğratmaya yönelik değildir. Bazen hiçbir kimseye zararı dokunmayan bir saklama, gizleme arzusu ile de yapılabilir. Örneğin, bir kimsenin etrafın tecessüsünden ve kıskançlık duygularından kurtulmak istemesinde, bir hayırseverin ismini açıklamamasında, bir babanın çocuklarını okumaya, çalışmaya sevk etmek için mallarını üçüncü şahıslara muvazaalı temlik etmesinde üçüncü şahısları zararlandırma kastı yoktur. …”

30. Ayrıca belirtmek gerekir ki, bir işlemin muvazaalı olduğu iddiası herkes tarafından ileri sürülebilir. Böyle bir iddia, muvazaalı işlemin tarafları bakımından yazılı delille ispatlanmalıdır. Bununla birlikte muvazaalı işlemin tarafı olmayan üçüncü kişiler bakımından muvazaa iddiası her türlü delille ispatlanabilir.

31. Nitekim doktrinde Dural / Öz’e göre de(11) :

“… Belirtelim ki, muvazaalı işlemin tarafı olmayanlar muvazaanın varlığını her türlü delille ispat edebileceklerinden, … yazılı bir delil bulmaya mecbur olmaksızın, tanık dinletmek dahil her türlü delille muvazaayı ispatlayabilirler. …”

32. Uygulamada muvazaa iddiası en çok muris muvazaasında karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle muvazaa iddiasını ileri sürebilmek için kişinin saklı paylı mirasçı olması gerekip gerekmediği sorusu akla gelmektedir. Belirtmek isteriz ki muvazaa iddiasının ileri sürülebilmesi için kişinin saklı paylı mirasçı olmasına gerek yoktur. Bir diğer söyleyişle muvazaa iddiasını saklı paylı olsun olmasın tüm mirasçılar ileri sürebilir.

33. Nitekim Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 01.04.1974 tarihli kararı aynen şu şekilde kaleme alınmıştır(12) :

“… SONUÇ : Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanun’un 507. ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 1.4.1974 günlü ikinci toplantısında oyçokluğuyla karar verildi. …”

34. Görüldüğü üzere Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu da saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, bir işlemin muvazaalı olduğunu iddia edebileceklerine hükmetmiştir.

35. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.06.2010 tarihli kararında da aynen şu ifadelere yer verilmiştir(13) :

“… Muris muvazaası davası açacak kişinin muvazaalı sözleşme yapan miras bırakanın mirasçısı olması yeterlidir. Saklı pay sahibi mirasçı olması gerekmez. Dava açan mirasçı üçüncü kişi durumunda olduğundan, davasını her türlü delil ile ispat edebilir. …”

36. Yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.11.2012 tarihli kararına göre de(14) :

“… Diğer taraftan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa sebebiyle geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. Dava açan mirasçı üçüncü kişi durumunda olduğundan, davasını her türlü delil ile ispat edebilir. …”

37. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin, 05.06.2005 tarihli kararı da aynı yöndedir(15) :

“… Somut olaya gelince, çekişme konusu taşınmazların miras bırakan tarafından davalıya temlik edildiği, davacı tarafından anılan temliki işlemlerin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olarak yapıldığının ileri sürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu iddianın, tanık beyanı dâhil her türlü delille ispatlanabileceğinin, yasal ve yargısal uygulamalar gereği olduğu kuşkusuzdur. …”

38. Görüldüğü üzere, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar, muvazaa iddiasını ileri sürebilir. Üstelik bu kişiler muvazaalı işlem bakımından üçüncü kişi konumunda olduklarından muvazaa iddiasını her türlü delille ispat edebilecektir.

39. Somut olayda davacı vekili, müvekkilinin miras hakkının muvazaalı işlemlerle ihlal edildiğini iddia etmektedir. Davalı vekili ise davacının saklı paylı mirasçı olmadığını, dolayısıyla onun muvazaa iddialarının dinlenmemesi gerektiğini belirtmektedir. Ancak doktrinde yapılan açıklamalardan ve Yargıtay kararlarından da anlaşılacağı üzere davacı, saklı paylı mirasçı olmamasına rağmen huzurdaki davada muvazaa iddiasını ileri sürebilir.

40. Ayrıca belirtmek gerekir ki, davacının salt saklı paylı mirasçı olmaması somut olaydaki ölünceye kadar bakma sözleşmesinin hiçbir şekilde muvazaalı olamayacağının kabulünü gerektirmez. Gerçekten de taraflar bir ölünceye kadar bakma sözleşmesi yaparak, bağışlama sözleşmesi akdettikleri takdirde bağışlananın karşı karşıya kalacağı intikal vergisi yükümlülüğünü (VİVK m. 16) bertaraf etmeyi hedeflemiş de olabilirler.

41. Davacının muvazaa iddiasının hangi deliller veya emareler ile ortaya konulduğu takdirde ispat edilmiş sayılacağı hususu da ayrıca ele alınmalıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, gerek Yargıtay’ın 01.04.1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı’nda varılan sonuca gerekse Yargıtay’ın istikrar kazanmış kararlarına göre mirasçılar üçüncü kişi sıfatıyla muris muvazaasını her türlü delille ispat edebilirler.

42. Bu noktada öncelikle Yargıtay’ın muvazaalı taşınmaz satışı sözleşmelerine ilişkin kararlarındaki açıklamalara yer vermek istiyoruz. Bu kararlardaki açıklamalar somut olaydaki ölünceye kadar bakma sözleşmesinin muvazaalı olup olmadığı meselesine de ışık tutacak niteliktedir.

43. Örneğin Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 14.09.2004 tarihli kararına göre(16) :

“… Ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşerî ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır. …”

44. Buna ilaveten doktrinde Dural / Öz de konuyla ilgili olarak aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(17) :

“… Uygulamada en sık rastlanan ispat biçimleri, özellikle tanık beyanları ile de desteklenmeleri halinde, şunlardır: Miras bırakanın satmış göründüğü malı sözde satın alan kişinin ekonomik durumunun o sırada bu bedeli ödemeye uygun olmadığının anlaşılması; sözde alıcının özellikle satıcı miras bırakan ile ilişkisinin niteliğinin ona ivazsız bir kazandırma yapıldığını göstermesi; miras bırakanın malını satmaya ve sözde alıcının da böyle bir malı o sırada satın almaya hiç ihtiyacı olmaması ve bunun mantıksız bir işlem olarak görünmesi …”

45. Doktrinde Dural / Öz’ün de ifade ettiği üzere bahsettiğimiz bu kriterler Yargıtay tarafından da muvazaanın ispatı bakımından yeterli görünmektedir. Bu bağlamda şu Yargıtay kararları örnek olarak verilebilir:

46. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.12.2010 tarihli kararında da şu değerlendirmelere yer verilmiştir(18) :

“… Somut olaya gelince; mahkemece her ne kadar keşif yapılarak taşınmazların akit tarihindeki değerleri saptanmamış ise de; değerler arasındaki aşırı farkın başlı başına muvazaanın kanıtı sayılamayacağı, ancak miras bırakanın emekli maaşının ve ekonomik güvencesinin olduğu mali durum itibariyle taşınmaz satmaya ihtiyacının olmadığı, aynı anda 2 ayrı bağımsız bölümü davalıya satmasının hayatın olağan akışına uygun düşmeyeceği, diğer taraftan maliki olduğu diğer taşınmazlardan kira geliri bulunduğu hususları dosya kapsamı ile sabittir. Değinilen bu olgular yukarda belirtilen ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde, davalıya yapılan temlikin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu kabul edilmelidir. Her ne kadar miras bırakan hesabına davalı tarafından emlak alım bedeli adı altında para yatırıldığı dekontla sabit ise de, anılan işlemin muvazaanın gizlenmesi amacıyla yapıldığı şeklinde düşünülmelidir. …”

47. Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 06.11.2008 tarihli kararında da benzeri açıklamalara yer verilmiştir(19) :

“… Dosyadaki kanıtlara göre; dava konusu taşınmazların satış işleminin yapıldığı tarih itibariyle belirlenen gerçek değerleri ile resmi satış sözleşmesinde gösterilen satış bedelleri arasında önemli ölçüde fark bulunmaktadır. Tereke tespitine ilişkin dava dosyasından; murisin, sağlığında varlıklı olduğu, çok sayıda taşınmazlarının ve bankalarda nakit parasının bulunduğu ve bu taşınmazların satışından elde edeceği gelire ihtiyacının bulunmadığı da anlaşılmaktadır. Yukarıda belirlenen bu olgular ile tanık anlatımları ve diğer tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; muris ile davalılar arasındaki satış işleminin muvazaalı olduğunun kabulü gerekir. Muvazaa iddiasının ispat edildiği anlaşılmaktadır. …”

48. Görüldüğü üzere,

a. Mirasbırakanın, ekonomik güvencesi olmasına, mallarını satmasına gerek bulunmamasına rağmen mallarını satmış olması,
b. Sözde alıcının da böyle bir malı o sırada satın almaya hiç ihtiyacı olmamasına rağmen satın almış olması,
c. Ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimler, olayların olağan akışına göre mirasbırakanın söz konusu işlemi yapmasının anlamsız olması,
d. Satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasında fark olması,
e. Satış işleminde edimler arasında aşırı oransızlık olması,
f. Taraflar arasındaki beşerî ilişkinin bu işlemin muvazaalı olduğunu gösteriyor olması gibi olgular, yapılan işlemin muvazaalı olduğunu gösteren belli başlı kriterlerdir.

49. Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde, dava konusu ölünceye dek bakma sözleşmesinin muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır. Şöyle ki;

50. Somut olayda, mirasbırakan ölünceye dek bakma sözleşmesi yapıldığı tarihte 90 yaşındadır. Hayatın olağan akışında ve olayların birçoğunda ölünceye dek bakma sözleşmeleri daha erken yaşlarda örneğin bakım alacaklısı kişiler 75 ila 85 yaşlarına vardıklarında kurulmaktadır. Ancak somut olayda, Türkiye şartlarına göre ömrünün son zamanlarına geldiği kabul edilebilecek bir kişinin ölünceye dek bakma sözleşmesi imzaladığı görülmektedir. Yani sözleşmenin kurulduğu sırada 90 yaşına gelmiş bir bakım alacaklısının, hayatın doğal akışında ve olayların çoğunluğunda, sözleşmenin kurulmasından kısa bir süre sonra vefat etme ihtimali çok yüksektir. Buna rağmen somut olayda böyle bir bakım alacaklısının çok büyük bir değere sahip malvarlığının tamamını bakım borçlusuna devrettiği görülmektedir. Bu durum, olayların olağan akışına göre mirasbırakanın söz konusu işlemi yapmasının mantıklı olmadığını göstermektedir.

51. Yukarıda da ifade edildiği üzere, mirasbırakan, davalıya, kendisine bakması karşılığında taşınır taşınmaz tüm malvarlığı değerlerini bırakmıştır. Bu malvarlığının içerisinde çeşitli antika eşyalar ve İstanbul boğazında bulunan bir yalı da dahildir. Bu durum malvarlığının gerçek değerinden çok daha düşük bedelle devredildiğini ve edimler arasında aşırı oransızlık bulunduğunu göstermektedir.

52. Ayrıca dosya içerisinde bulunan belgelerden anlaşıldığı üzere, mirasbırakanın sözleşmenin yapıldığı esnadaki ekonomik durumu dikkate alındığında, onun böyle bir sözleşmeye taraf olması mantıklı değildir. Yukarıda da belirtildiği üzere mirasbırakanın, ekonomik güvencesi olmasına, mallarının tamamını devretmesine gerek bulunmamasına rağmen mallarını tümüyle devretmiş olması da muvazaanın göstergesidir.

53. Bu noktada Yargıtay’ın ölünceye kadar bakma sözleşmelerinin muvazaalı olup olmadığını irdelerken göz önünde bulundurduğu ölçütlere de değinmek gerekir. Yargıtay, ölünceye kadar bakma sözleşmelerinde muvazaa iddialarını değerlendirirken sözleşme tarihinde murisin yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, aile koşulları ve ilişkileri, elinde bulunan mal varlığının miktarı, temlik edilen malın, tüm mamelekine oranı, bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerektiğini ifade etmektedir.

54. Nitekim Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 02.10.2018 tarihli kararına göre(20) :

“… Bu tür sözleşmeye dayalı bir temlikin de muvazaa ile illetli olduğunun ileri sürülmesi her zaman mümkündür. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. Böyle bir iddia karşısında, asıl olan tarafların akitteki gerçek ve müşterek amaçlarının saptanmasıdır. (TBK m. 19 (BK m. 18)). Şayet bakım alacaklısının temliki işlemde bakıp gözetilme koşulunun değil de, bir başka amacı gerçekleştirme iradesini taşıdığı belirlenirse (örneğin mirasçılarından mal kaçırma düşüncesinde ise), bu takdirde akdin ivazlı bedel karşılığı olduğundan söz edilemez; akitte bağış amacının üstün tutulduğu sonucuna varılır. Bu halde de Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 1.4.1974 gün ve 1 / 2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı olayda, uygulama yeri bulur. Miras bırakanın, ölünceye kadar bakıp gözetme karşılığı yaptığı temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının belirlenebilmesi için de sözleşme tarihinde murisin yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, aile koşulları ve ilişkileri, elinde bulunan mal varlığının miktarı, temlik edilen malın, tüm mamelekine oranı, bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerekir. …”

55. Yine Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 11.02.2013 tarihli kararına göre(21) :

“… Ölünceye kadar bakma akti iki taraflı ivazlı bir akit olduğundan bakım borcunun temini için bununla orantılı ve makul düzeyde bir temlik yapılmış olması gerekir. Ne var ki, davalıya ölünceye kadar bakım akdiyle devredilen taşınmazların murisin tüm mal varlığına oranının makul bir seviyede kaldığını söyleyebilme olanağı yoktur. …”

56. Görüldüğü üzere Yargıtay, ölünceye kadar bakma sözleşmesinde orantılı ve makul düzeyde bir temlik yapılması gerektiğine hükmetmektedir. Somut olayda olduğu gibi bakım sözleşmesi karşılığında makul olmayan, yüksek değere sahip tüm malvarlığının devri hâlinde muvazaanın söz konusu olacağını belirtmektedir.

57. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 14.04.2011 tarihli kararına göre(22) :

“… Görülüyor ki, bakım borçlusu, tüm malvarlığını bakım alacaklısına bırakmıştır. Bu olgu, ölünceye kadar bakım sözleşmesinin ivazlı olarak (bedel karşılığı) değil de bağış amaçlı veya mirasçıların bazılarından mal kaçırmak amacı ile yapıldığının kabulünü gerektirir. Başka bir ifadeyle, ölünceye kadar bakma sözleşmesi hüküm ve sonuç meydana getirmez. …”

58. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Yargıtay’a göre bakım alacaklısının daha az miktarda taşınmaz devrederek ölünceye kadar bakma sözleşmesini kurma imkânı varken çok sayıda taşınmazı devretmesi hâlinde de söz konusu sözleşme muvazaalı olacaktır.

59. Nitekim Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 12.06.2013 tarihli kararına göre(23) :

“… Tahir ve Selimiye’nin ölünceye kadar bakma aktini daha az miktarda taşınmaz devrederek sağlama imkânı varken çok fazla sayıda taşınmazları temlik etmekteki gerçek iradelerinin aslında bakım sözleşmesi yapmak değil, diğer kız çocuğu olan mirasçıdan temliki yaptığı erkek çocuğuna ve gelinine mal kaçırmak amaçlı olduğu sonucuna varılmaktadır. …”

60. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 28.12.2006 tarihli kararına göre(24) :

“… Bakım akdine konu 679 parsel sayılı taşınmazın daha sonra yapılaşmaya açıldığı ve üzerinde 3 bloktan oluşan çok sayıda bağımsız bölümlerin inşaa edildiği anlaşılmaktadır. Taşınmazın belirtilen bu niteliğine göre, bakım akdine ivaz olmaktan öte bir değer taşıdığı sonucuna varılmaktadır. Öyle ise, taşınmazın temlikinin akit karşılığı olduğunu söyleyebilme olanağı yoktur. Miras bırakanın bu temlikteki amacının, diğer mirasçılardan bu taşınmazı kaçırmak ve muvazaalı işlem yapmak olduğu kuşkusuzdur. …”

61. Kısacası, Yargıtay’ın somut olaya benzer uyuşmazlıklarda verdiği kararlar çerçevesinde dava konusu ölünceye dek bakma sözleşmesinin muvazaalı olduğu sonucuna varılabilir.

62. Ayrıca, somut olayda, bakım alacaklısının sağlığında, onun İstanbul 4. Sulh Hukuk Mahkemesince TMK m. 420 çerçevesinde atanan temsilcisinin işbu davaya konu ölünceye kadar bakma sözleşmesinin haklı sebeple feshi talebiyle açtığı E: 2019 / 107 sayılı davadaki iddiaları da davacının huzurdaki davadaki muvazaa iddialarını destekleyebilir. Gerçekten de bakım alacaklısının mahkemece atanan temsilcisinin, bakım borçlusunun borçlarını hiç ya da gereği gibi yerine getirmediğine ve sözleşmenin haklı sebeple feshi gerektiğine dair iddiaları huzurdaki yargılamada da kabul görecek olursa, bu durum da taraflar arasındaki sözleşmenin gerçek amacının bir ölünceye kadar bakma sözleşmesi olmadığına işaret edebilir.

63. Ayrıca belirtmek gerekir ki, davacı vekili, davalının muristen vekâletname aldığını ve bu vekâletname ile murise ait bir taşınmazı bedelinden çok daha düşük bir meblağa üçüncü kişiye (davalının arkadaşı A. K. B.’ye) sattığını, ardından da satış bedelini sekreterine düğün hediyesi olarak verdiğini iddia etmektedir. Davacı vekilinin bu iddiası mahkemece kabul edilecek olursa, bu durum da taraflar arasındaki ilişkinin muvazaalı olduğuna işaret edebilir. Gerçekten de 90 yaşındaki bir kişinin, kendisine bakım borçlusu olan bir kişinin sekreterine, salt kendisine zaman zaman kitap okuduğu için önemli bir değere sahip böylesine bir kazandırmada bulunması hayatın olağan akışına aykırıdır. Bu durum da muris ile davalı arasındaki ilişkinin bakım borçlusu - bakım alacaklısı ilişkisi olarak nitelendirilemeyeceğine işaret edebilir.

64. Bu noktada bir hususa daha değinmek gerekirse, davacı vekili, her ne kadar davalı, muris ile arasındaki ilişkiyi baba-kız ilişkisi olarak nitelendirmekteyse de onun resmi makamlara farklı yönde beyanlarda bulunduğunu, sosyal medyada yaptığı paylaşımlar ve E: 2019 / 107 sayılı dava dosyasına sunulan fotoğraflar incelendiğinde de taraflar arasındaki ilişkinin kadın erkek ilişkisi olabileceğini iddia etmektedir.

65. Davacı vekilinin bu açıklamaları da onun muvazaa iddiasının ispatını kuvvetlendirebilecek niteliktedir. Şöyle ki;

66. Davacı vekilinin bu iddiasının kabulü hâlinde, taraflar arasında yapılan işlemin aslında mirasçıları miras hakkından yoksun kılmak amacıyla yapılmadığı düşünülebilir. Bununla birlikte, taraflar arasındaki ilişkinin kadın erkek ilişkisi olduğunun kabulü hâlinde, tarafların, ölünceye kadar bakma sözleşmesini gerçek durumu gizlemek amacıyla yapmış olabileceği sonucuna varılabilir. Zira taraflar, gerçekte aralarındaki ilişki baba-kız ilişkisi yerine kadın-erkek ilişkisi olmasına rağmen, aralarındaki yaş farkı (38) nedeniyle toplum baskısı vb. endişelerle bir ölünceye dek bakma sözleşmesi imzalamış olabilirler. Bu sayede taraflar, birbirlerini dış dünyaya bakım alacaklısı ve bakım borçlusu olarak göstererek toplum baskısının önüne geçmeyi düşünmüş olabilirler.

67. Belirtmek gerekir ki, böyle bir durumda da yine ölünceye dek bakım sözleşmesi muvazaalı olacaktır. Zira yukarıda da detaylı olarak izah edildiği üzere, taraflar muvazaalı işlem yaparken, illa üçüncü kişileri zarara uğratmak gayesiyle hareket etmek zorunda değildirler. Bir diğer söyleyişle taraflar başka amaçlarla hatta iyiniyetli amaçlarla bile muvazaalı işlem yapabilir. Örneğin taraflar söz konusu muvazaalı işlemi bir fiili durumu saklama, gizleme arzusu ile yapabilir. Örneğin, taraflar, etrafın tecessüsünden kurtulmak amacıyla veya toplum baskısından kurtulmak amacıyla ya da başkalarının kıskançlık duygularından kurtulmak amacıyla muvazaalı işlemler tesis edilebilir. Ancak böyle bir durumda da yapılan işlem muvazaa sebebiyle geçersiz olacaktır.

 

3. Ölünceye dek bakma sözleşmesinde bakım yükümlülüğünün bizzat bakım borçlusu tarafından yerine getirilmesi şart mıdır? Yoksa bakım yükümlülüğü üçüncü bir kişi tarafından da yerine getirilebilir mi?

68. Davacı vekili, ölünceye dek bakma sözleşmesinin muvazaalı olmasına ilaveten, davalının ölünceye dek bakma sözleşmesindeki yükümlülüklerini de yerine getirmediğini, borca aykırı hareket ettiğini zira bakım borcunun bizzat yerine getirilmesi gerekmesine rağmen davalının bakım alacaklısına bizzat bakmadığını iddia etmektedir.

69. Davacı vekili tarafıma başvurusunda bakım borcunun bizzat yerine getirilmesinin zorunlu olup olmadığını sormaktadır. Bu sorunun yanıtlanabilmesi için öncelikle ölünceye dek bakma sözleşmelerinin hukukî niteliğinin incelenmesinde fayda vardır.

70. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “A. Tanımı” kenar başlıklı 611. maddesinin 1. fıkrasına göre:

“Ölünceye kadar bakma sözleşmesi, bakım borçlusunun bakım alacaklısını ölünceye kadar bakıp gözetmeyi, bakım alacaklısının da bir malvarlığını veya bazı malvarlığı değerlerini ona devretme borcunu üstlendiği sözleşmedir.”

71. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “D. Konusu” kenar başlıklı 614. maddesinin 1. ve 2. fıkralarına göre:

“Bakım alacaklısı, sözleşmenin kurulmasıyla bakım borçlusunun aile topluluğuna katılmış olur. Bakım borçlusu, almış olduğu malların değerine ve bakım alacaklısının daha önce sahip olduğu sosyal durumuna göre hakkaniyetin gerektirdiği edimleri, bakım alacaklısına ifa etmekle yükümlüdür.

Bakım borçlusu, bakım alacaklısına özellikle uygun gıda ve konut sağlamak, hastalığında gerekli özenle bakmak ve onu tedavi ettirmek zorundadır.”

72. Doktrinde Yavuz, ölünceye dek bakma sözleşmeleri üzerine aynen şu şekilde açıklamalarda bulunmuştur(25) :

“… Ölünceye kadar bakma sözleşmesinde bakım alacaklısı, bakım borçlusuna karşı yaşadığı sürece kendisine bakılmasını sağlamaya yönelik bir alacak elde etmekte ve bunun karşılığında bakım borçlusuna bir malvarlığı edimini devretmeyi borçlanmaktadır; bu sebeple bu sözleşme, tam iki tarafa borç yükleyen (karşılıklı, sinallagmatik) sözleşme olarak nitelendirilebilecektir. Bakım alacaklısının yaşayacağı sürenin ve yaşadığı sürede ihtiyaçlarının kapsamının önceden belirlenememesi, ölünceye kadar bakma sözleşmesinin, talih ve tesadüfe bağlı sözleşme olarak değerlendirilmesini sonuçlandırmaktadır. Bakım borçlusunun(26) , bu sözleşmenin kendisine yüklediği edimi sağlığında yerine getirmek durumunda olduğu durumlarda bir “borçlar hukuku nitelikli bakım sözleşmesi”nin; bakım alacaklısının(27) , bakım borçlusunun(28) ölümünden sonra hüküm doğurmak üzere mirasçı atanması durumunda ise, “miras hukuku nitelikli bakım sözleşmesi”nin varlığından sözedilmektedir. …”

73. Doktrinde Eren de meseleye ilişkin olarak aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(29) :

“… Bakım alacaklısının, bakım borçlusunun kendisine hayatı boyunca bakıp gözetmeyi üstlenmesine karşılık bir malvarlığı değeri devretmeyi üstlendiği sözleşmeye, ölünceye …” kadar “… bakma sözleşmesi denir. … Ölünceye kadar bakma sözleşmesinde bakım borçlusu, bakım alacaklısına yaşadığı sürece (ölünceye kadar) bakıp gözetme borcunu üstlenirken, bakım alacaklısına da ona malvarlığının tamamını veya bir kısmını ya da herhangi bir malvarlığı değerini devretmeyi üstlenmektedir. Görülüyor ki, ölünceye kadar bakma sözleşmesinin amacı bir başkasına bakıp gözetme, onun yaşam ve sağlığına özen göstermedir. …”

74. Yine doktrinde Eren’e göre(30) :

“… Bakım borçlusunun en önemli borcu bakım alacaklısını bakıp gözetme borcudur. Taraflar bu borcun içerik ve kapsamını diledikleri gibi, sözleşmede düzenleyebilirler. Böyle bir düzenleme yoksa, TBK. m. 614 / II’de hem bu borcun ölçütü hem de ayrıntısı verilmiştir. Sözü geçen maddeye göre, “Bakım borçlusu, almış olduğu malların değerine ve bakım alacaklısının daha önce sahip olduğu sosyal durumuna göre hakkaniyetin gerektirdiği edimleri, bakım alacaklısına ifa etmekle yükümlüdür.” Görüldüğü üzere, bu maddeye göre bakıp gözetme borcunun ölçütü, her şeyden önce bakım borçlusunun, bakım alacaklısından devralmış olduğu malların değerine, sonra da bakım alacaklısının daha önce sahip olduğu sosyal durumuna göre belirlenecektir. Ayrıca bakım borçlusunun yerine getireceği edimler yönünden hakkaniyet de önemli bir ölçüt olarak göz önünde tutulur. …”

75. Görüldüğü üzere, ölünceye kadar bakma sözleşmesi bakım alacaklısının, bakım borçlusunun kendisine hayatı boyunca bakıp gözetmeyi üstlenmesine karşılık bir malvarlığı değeri devretmeyi üstlendiği sözleşme olarak tanımlanmaktadır. Bakım borçlusu, TBK m. 614 hükmü gereğince bakım alacaklısını, sözleşmenin kurulmasıyla aile topluluğuna dahil etmek zorundadır. Ayrıca bakım borçlusu, almış olduğu malların değerine ve bakım alacaklısının daha önce sahip olduğu sosyal durumuna göre hakkaniyetin gerektirdiği edimleri, bakım alacaklısına ifa etmekle yükümlü tutulmuştur. Bu kapsamda bakım borçlusu, bakım alacaklısına özellikle uygun gıda ve konut sağlamak, hastalığında gerekli özenle bakmak ve onu tedavi ettirmek zorundadır.

76. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 09.12.2014 tarihli kararında da ölünceye kadar bakma sözleşmesinde bakım borçlusunun yükümlülüğünün içeriği şu şekilde açıklanmıştır(31) :

“… Bakım borçlusunun bakıp gözetme yükümlülüğü aksi kararlaştırılmadığı sürece, bakım alacaklısını ailesi içerisine alıp konut temini, besleme giydirme, hastalığında tedavi, manevi yönden de her türlü yardım ve desteği sağlama gibi ödevleri kapsar. …”

77. Buna ilaveten, bakım borçlusunun yukarıda anılan yükümlülükleri bizzat yerine getirmesinin zorunlu olup olmadığı konusunda, baskın görüşün bakım borçlusunun ölünceye kadar bakma sözleşmesine konu borçlarını bizzat yerine getirmesi noktasında toplandığı görülmektedir.

78. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “I. Şahsen ifa zorunluluğunun olmaması” kenar başlığını taşıyan 83. maddesi aynen şu şekilde kaleme alınmıştır:

“… Borcun, bizzat borçlu tarafından ifa edilmesinde alacaklının menfaati bulunmadıkça borçlu, borcunu şahsen ifa etmekle yükümlü değildir. …”

79. Görüldüğü üzere, hükmün bu düzenlemesine göre, borcun bizzat borçlu tarafından ifasında alacaklının menfaati varsa borcun bizzat borçlu tarafından ifası gerekir.

80. Ölünceye kadar bakma sözleşmelerinde de bakım alacaklısının, yaşı, bakım ihtiyacı, psikolojisi, içinde bulunduğu yalnızlık duygusu, hastalıkları, güven ihtiyacı, bir aileye mensup olma duygusu göz önünde bulundurulduğunda, bakım borçlusunun kişisel niteliklerinin bakım alacaklısı bakımından önemli olduğu sonucuna varılması gerekir. Dolayısıyla bu gibi sözleşmelerde bakım borcunun bizzat bakım borçlusu tarafından ifası şarttır.

81. Nitekim doktrinde Akartepe’ye göre de(32) :

“… Ölünceye kadar bakma sözleşmesinde tarafların kişiliği önemli olduğundan, bakım ve gözetim edimleri üçüncü bir kişi tarafından değil, bizzat bakım borçlusu tarafından ifa edilmelidir. BK’nun 67. m’si ve sözleşmenin niteliği bu durumu zorunlu kılmaktadır. Çünkü bakım ve gözetim edimlerinin bizzat bakım borçlusu tarafından ifasında, bakım alacaklısının menfaati vardır. …”

82. Doktrinde Özkaya’ya göre de(33) :

“… Bakım alacaklısının, barınma, beslenme, … tedavi edilme, bakılıp gözetilme gibi gereksinimlerinin tam, sağlıklı ve sürekli olarak yerine getirilmesinde bakım borçlusunun kişiliğinin ekonomik, sosyal ve ailevi durumunun büyük önemi vardır. Bakım borçlusu gerçek bir kişi olup, bakım alacaklısı Borçlar Kanununun 514. maddesi uyarınca ailesi içerisinde yaşamakta, bakım borçlusunun kişiliği bu nedenle daha da büyük önem kazanmaktadır. Bakım alacaklısı bakım borçlusunun tüm bu kişisel niteliklerini göz önünde bulundurarak sözleşme yapmaktadır. Bu da bakım ve gözetim borcunun bizzat bakım borçlusu tarafından yerine getirilmesini zorunlu kılmaktadır. …”

83. Yargıtay’ın da meseleye yaklaşımı bu yöndedir. Zira Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 31.05.1978 tarihli kararına göre(34) :

“… Tarafların bir arada oturup birlikte yaşaması, davalının sözleşmenin bakma yükümlülüğünü şahsen ve fiilen yerine getirmesi söz konusu olmadığı açıktır. Yazılı nedenlerle davalı babasına bizzat bakacak durumda olmadığına göre sözleşme kâğıt üzerinde kalmıştır. …”

84. Dolayısıyla, ölünceye dek bakma sözleşmesinde tarafların kişiliği önemli olduğundan, bakım ve gözetim edimleri üçüncü bir kişi tarafından değil, bizzat bakım borçlusu tarafından ifa edilmelidir. Bir diğer söyleyişle bakım yükümlülüğü üçüncü kişi tarafından yerine getirilemez.

85. Dolayısıyla, eğer davacı vekilinin, davalının bakım borcunu bizzat yerine getirmekle yükümlü olduğuna ve bu yükümlülüğünü yerine getirmediğine dair iddiaları mahkemece kabul görecek olursa, bu durum davacının muvazaa iddialarını ispatlayan olgulardan birisi olarak değerlendirilebilir. Şöyle ki, bakım alacaklısı sözleşmeyi yaptığı sırada bakım borçlusunun avukatlık yaptığını, kendisine bizzat yeterince zaman ayıramayacağını, yani ortada gerçekten bir bakım borcu varsa bunu bizzat yerine getiremeyeceğini bilmektedir. Esasen doksan yaşına gelmiş, gerçekten bakım, güven, sevgi ve şefkat ihtiyacı içinde olan bir kişinin, bu ihtiyaçlarının üçüncü kişilerce karşılanacağını kabullenmesi olağan değildir. O hâlde, somut olayda bakım borçlusunun borcunu bizzat yerine getirmemiş olması, taraflar arasındaki sözleşmenin muvazaalı olduğu iddiasının kabul edilmesini gerektirebilir. Bu noktada, bakım alacaklısının bakım borçlusunun borcunu bizzat yerine getirmeyebileceğini kabullendiği, dolayısıyla da taraflar arasındaki sözleşmenin muvazaalı olmadığı ileri sürülebilir. Fikrimizce, yukarıda da belirttiğimiz üzere, doksan yaşına gelmiş, gerçekten bakım, güven, sevgi ve şefkat ihtiyacı içinde olan bir kişinin, bu ihtiyaçlarının üçüncü kişilerce karşılanacağını kabullenmesi olağan değildir. Bu durumun aksini iddia eden tarafın, bakım alacaklısının, bakım borçlusunun bakım borcunu bizzat yerine getirmekle yükümlü olmadığını gönül rızasıyla kabul ettiğini ispat etmesi gerekir.

 

E. SONUÇ

Yukarıda yapılan açıklamalar ve bilimsel değerlendirmeler çerçevesinde varılan sonuçlar şunlardır:

1. Huzurdaki dava ile derdestlik iddiasının ileri sürüldüğü E: 2019 / 107 sayılı davanın konusu, T.C. Beşiktaş 6. Noterliği nezdinde düzenlenen 34864 yevmiye numaralı 06.09.2012 tarihli ölünceye dek bakma sözleşmesidir. Bununla birlikte E: 2019 / 107 sayılı dava, sözleşmenin artık çekilmez hâle gelmesi hukukî sebebine, huzurdaki dava ise sözleşmenin muvazaalı olması hukukî sebebine dayanmaktadır. Dolayısıyla iki davanın hukukî sebebi birbirinden farklıdır. O hâlde, derdestlik iddiasının kabulü için gereken “davaların hukukî sebebinin aynı olması” şartı somut olayda mevcut olmadığı için derdestlik iddiasının kabulü mümkün değildir.

2. Davacı vekili, müvekkilinin miras hakkının muvazaalı işlemlerle ihlal edildiğini iddia etmektedir. Davalı vekili ise davacının saklı paylı mirasçı olmadığını belirtmektedir. Ancak davacı, saklı paylı mirasçı olmamasına rağmen huzurdaki davada muvazaa iddiasını ileri sürebilir ve bu iddiasını her türlü delille ispat edebilir.

3. Sözleşmenin kurulduğu sırada 90 yaşına gelmiş bir bakım alacaklısının, hayatın doğal akışında ve olayların çoğunluğunda, sözleşmenin kurulmasından kısa bir süre sonra vefat etme ihtimali çok yüksektir. Buna rağmen somut olayda böyle bir bakım alacaklısının çok büyük bir değere sahip malvarlığının tamamını bakım borçlusuna devrettiği görülmektedir. Böyle bir işlemin mantıklı olmadığı açıktır. Bu durum da ölünceye kadar bakma sözleşmesinin muvazaalı olduğuna delil teşkil edebilir.

4. Mirasbırakan, davalıya, kendisine bakması karşılığında taşınır taşınmaz tüm malvarlığı değerlerini bırakmıştır. Bu malvarlığının içerisinde çeşitli antika eşyalar ve İstanbul boğazında bulunan bir yalı da dahildir. Malvarlığının gerçek değerinden çok daha düşük bir ivaz karşılığında devredilmesi yani edimler arasında aşırı oransızlık bulunması muvazaanın delili olarak nitelendirilebilir.

5. Ayrıca mirasbırakanın, ekonomik güvencesi olmasına, mallarının tamamını devretmesine gerek bulunmamasına rağmen mallarını tümüyle devretmiş olması da muvazaanın delillerinden biri olarak değerlendirilebilir.

6. Davacı vekili, davalı ile muris arasındaki ilişkinin kadın erkek ilişkisi olduğunu iddia etmektedir. Davacı vekilinin bu iddiasının kabulü hâlinde tarafların, ölünceye kadar bakma sözleşmesini gerçek durumu gizlemek amacıyla yapmış olabileceği sonucuna varılabilir. Zira taraflar, eğer aralarında bir kadın-erkek ilişkisi varsa, aralarındaki yaş farkı (38) nedeniyle toplum baskısı vb. endişelerle bir ölünceye kadar bakma sözleşmesi imzalamış olabilirler.

7. Ayrıca taraflar, ölünceye kadar bakma sözleşmesini, bağışlama sözleşmesi yaptıkları takdirde bağışlananın karşı karşıya kalacağı intikal vergisi yükümlülüğünü bertaraf etmek amacıyla da yapmış olabilirler.

8. Bütün bu hâllerde, amaç ne olursa olsun, yine ölünceye dek bakım sözleşmesi muvazaalı olacaktır. Zira taraflar muvazaalı işlem yaparken, mutlaka üçüncü kişileri zarara uğratmak gayesiyle hareket etmek zorunda değildirler.

9. Davacı vekili, davalının ölünceye dek bakma sözleşmesindeki yükümlülüklerini bizzat yerine getirmesi gerekmesine rağmen bakım alacaklısına bizzat bakmadığını iddia etmektedir. Gerçekten de ölünceye dek bakma sözleşmelerinde bakım yükümlülüğü bizzat bakım borçlusu tarafından yerine getirilmelidir (TBK m. 83). Davacı vekilinin bu iddiaları mahkemece kabul edilecek olursa, bu durum da taraflar arasındaki sözleşmenin muvazaalı olduğu iddialarının bir delili olarak kabul edilebilir. Zira doksan yaşına gelmiş, gerçekten bakım, güven, sevgi ve şefkat ihtiyacı içinde olan bir kişinin, bu ihtiyaçlarının üçüncü kişilerce karşılanacağını peşinen kabullenmesi olağan değildir.

10. Bakım alacaklısının İstanbul 4. Sulh Hukuk Mahkemesince TMK m. 420 çerçevesinde atanan temsilcisinin, onun sağlığında, işbu davaya konu ölünceye kadar bakma sözleşmesinin haklı sebeple feshi talebiyle açtığı E: 2019 / 107 sayılı davadaki iddiaları da davacının huzurdaki davadaki muvazaa iddialarını destekleyebilir. Gerçekten de bakım alacaklısının mahkemece atanan temsilcisinin bu iddiaları, huzurdaki yargılamada da kabul görecek olursa, bu durum da taraflar arasındaki sözleşmenin gerçek amacının bir ölünceye kadar bakma sözleşmesi olmadığına işaret edebilir.

Saygılarımla.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



* Bu hukukî mütalaa 17.12.2019 tarihinde kaleme alınmıştır.

(1) Hakan Pekcanıtez; Pekcanıtez Usûl, Medeni Usûl Hukuku, İstanbul, 2017, s: 1182.

(2) Pekcanıtez, age, s: 1182.

(3) Y. 3. HD.’nin, T: 07.04.2016, E: 2015 / 9535, K: 2016 / 5423 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(4) Belirtmek isteriz ki, böyle bir durumda kesinleşmiş bir karar mevcut ise derdestlikten değil kesin hükümden söz edilir.

(5) Y. 1. HD.’nin, T: 08.05.2013, E: 2013 / 2224, K: 2013 / 7152 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(6) M. Kemal Oğuzman / M. Turgut Öz; Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, C: I, İstanbul, 2018, s: 127.

(7) Oğuzman / Öz, age, s: 129.

(8) Fikret Eren; Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Ankara, 2018, s: 367.

(9) Turhan Esener; Türk Hususi Hukukunda Muvazaalı Muameleler, Ankara, 1956, s: 12.

(10) Eraslan Özkaya; İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, Ankara, 2017, s: 187-188.

(11) Mustafa Dural / Turgut Öz; Miras Hukuku, İstanbul, 2019, s: 262.

(12) Y. İBGK’nın T: 01.04.1974, E: 1974 / 1, K: 1974 / 2 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(13) Y. HGK.’nın T: 16.06.2010, E: 2010 / 1-295, K: 2010 / 333 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(14) Y. HGK.’nın T: 28.11.2012, E: 2012 / 1-542, K: 2012 / 905 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(15) Y. 1. HD., T: 05.06.2005, E: 2005 / 5913, K: 2005 / 6859 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(16) Y. 1. HD.’nin T: 14.09.2004, E: 2004 / 5420, K: 2004 / 8997 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(17) Mustafa Dural / Turgut Öz; Miras Hukuku, İstanbul, 2019, s: 255.

(18) Y. HGK.’nın T: 15.12.2010, E: 2010 / 1-632, K: 2010 / 654 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(19) Y. 4. HD.’nin T: 06.11.2008, E: 2008 / 2893, K: 2008 / 13559 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(20) Y. 1. HD.’nin, T: 02.10.2018, E: 2018 / 2456, K: 2018 / 13033 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(21) Y. 1. HD.’nin, T: 11.02.2013, E: 2012 / 15655, K: 2013 / 1645 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(22) Y. 14. HD.’nin, T: 14.04.2011, E: 2011 / 3428, K: 2011 / 4933 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(23) Y. 1. HD.’nin, T: 12.06.2013, E: 2013 / 9933, K: 2013 / 9763 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(24) Y. 1. HD.’nin, T: 28.12.2006, E: 2006 / 11449, K: 2006 / 13212 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(25) Cevdet Yavuz; Türk Borçlar Hukuku, Özel Hükümler, İstanbul, 2014, s: 1459.

(26) Bu ifadenin “bakım alacaklısının” olması gerekir.

(27) Bu ifadenin “bakım borçlusunun” olması gerekir.

(28) Bu ifadenin “bakım alacaklısının” olması gerekir.

(29) Fikret Eren; Borçlar Hukuku, Özel Hükümler, Ankara, 2018, s: 811.

(30) Eren, age, s: 820.

(31) Y. 14. HD.’nin, T: 09.12.2014, E: 2014 / 10882, K: 2014 / 14103 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

(32) Alpaslan Akartepe; Ölünceye Kadar Bakma Sözleşmesi, İstanbul, 2005, s: 69.

(33) Eraslan Özkaya; Ölünceye Kadar Bakma Sözleşmesi, Ankara, 2007, s: 110.

(34) Y. 1. HD.’nin T: 31.05.1978, E: 1978 / 5225, K: 1978 / 6250 sayılı kararı. Bkz. Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.

Tasarım ve yazılım NEVRES ürünüdür.
Av. Prof. Dr. İlhan Helvacı Hukuk Bürosu
Quasar Tower, No: 2807, Büyükdere Caddesi, No: 76, 34394, Şişli, İstanbul – Türkiye
Tel: +90 212 263 35 25 Faks: +90 212 263 35 26
X